Pekbilgin, “Miladi takvimi, Rumi takvime çevirmek için 584 çıkarılır. O nedenle Rumi 1429 yılındayız, 1428 değil” dedi. Bu eleştiriyi Yazı İşleri müdürlerimizden Arif Dizdaroğlu’na ilettim. Dizdaroğlu ve düzeltmenler, takvimi kontrol ettiler. Gazetedeki Rumi takvimi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın takviminden alıyorlardı. Diyanet ile de konuştum, “Rumi yılbaşı olan 14 Mart’tan sonra Rumi yılın 1429 olacağı” yanıtını verdiler. Nitekim 14 Mart’tan itibaren gazetede yer alan Rumi takvim yılı 1429 oldu.
Bu vesileyle dikkatimi çekti. Acaba Hürriyet olarak Rumi ve hicri tarihleri neden yayımlıyoruz? İslami açıdan bir ihtiyaca mı cevap veriyor o takvimler?
Hürriyet arşivine baktım; 1948’deki ilk sayıdan itibaren miladi tarihle birlikte Rumi ve hicri tarihler de verilmiş. Takvim kutusundaki en önemli değişiklik kutunun üçüncü sayfanın tepesine çıkarılması olmuş; günün namaz saatlerine hava durumu tablosu eklenmiş. O günden beri de aynı yerde yayımlanmaya devam ediyor bu takvim bilgileri.
Diğer gazeteleri de inceledim; Zaman, Habertürk, Cumhuriyet ve Taraf dışındaki gazetelerin takvim köşesinde Rumi ve Hicri tarihler de yer alıyor. Ama neden? Sanırım bu soru sorulmadığı için aynen devam ediyor takvim kutusu. Hürriyet’in ilk yıllarında Rumi takvime ihtiyaç duyulması anlaşılır. Çünkü, Rumi takvim 1925’te yürürlükten kaldırılmıştı, doğum tarihleri nüfus kayıtlarında Rumi takvime göre yazılıyordu. Fakat artık doğum tarihlerini Rumi takvimle bilenler çok azaldı. Kayıtlar da miladi takvime dönüştürüldü.
Günlük bir ihtiyaca cevap vermiyor Rumi takvim bilgisi. Sadece alışkanlık o kutunun devamını sağlıyor. Halbuki gazetecilik devingen bir meslek. Yeniliklere açık olmalı. Yararı kalmayan alışkanlıklardan sıyrılabilmeliyiz...
Film gibi operasyon
“YEREL giysiyle bastılar” haberi, gerçekten de “film gibi” bir operasyonu anlatıyordu. Habere göre, Cilvegözü’ndeki bombalı saldırıyı düzenleyen iki Suriyeliyi, 17 özel harekât polisi Lazkiye’de düzenledikleri bir operasyonla yakalayıp Türkiye’ye getirmişti.
Ancak bu haberi, İçişleri Bakanı Muammer Güler ertesi gün yalanladı. Güler, “Türk güvenlik güçleri yurtdışında operasyon icra etmedi” dedi. Oysa Bakan Güler, ilk açıklamasında “iki şüphelinin Suriye’den getirildiğini” vurgulamış, ama sınır ötesi operasyonu kimin yaptığını söylememişti. Bu ayrıntıyı merak eden gazetecilerin sorularına Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Filmlere konu olacak operasyon yapıldığı” yanıtını vermişti.
12 Mart’ta çıkan gazeteler, sınır ötesi operasyonu kimin yaptığına yanıt arıyordu. Habertük, “Bombacılar Suriye’de paket”, Taraf, “Zanlıları Suriye’den getirttik”, Akşam “Tespit Türk güvenlik güçlerinden, teslim Suriyeli muhaliflerden” diyordu. Yeni Şafak ise “Operasyon Lazkiye” manşetinde “Türkiye’den giden özel harekâtçılar, bombacıları Lazkiye yakınlarında paketledi” başlığını kullanmıştı. Hürriyet’in “Yerel giysiyle bastılar” haberi ise bu haberlerden bir gün sonra çıktı. İlk haberlere itiraz etmeyen Güler, bu kez haberi yalanlama yoluna gitti. Bakan’ın sözlerini haberde imzası olan Arda Akın’a sordum. Akın, haberine güveniyordu:
“Bakan, iki kişinin Suriye’de yakalandığını açıklayınca üst düzey güvenlik güçleriyle görüştüm. Şüphelilerin, terör, istihbarat ve özel harekât polislerinin ortak operasyonuyla Suriye’den getirildiğini öğrendim. Operasyona ayrıca Özgür Suriye Ordusu’nun da destek verdiği bilgisine ulaştım. Teyit edip yazdım.”
Fakat bu bilgileri kanıtlayacak bir tanık ya da belge yok elinde. Bu sözlere dayanarak “Haber doğrudur” demek mümkün değil. Öte yandan Bakan Güler’in yalanlamasına bakarak, “Haber kesinlikle yanlış” da denemez. Türkiye’de politikacıların doğru haberleri yalanladığını az görmedik. Kaldı ki, Güler’in, “Polisimiz Suriye’de operasyon yaptı” demesi de beklenemez. Böyle bir açıklama uluslararası hukuk açısından ciddi sorunlar yaratır Türkiye’ye.
Galiba en iyisi hükmü zamana bırakmak. Ne de olsa gerçeğin er ya da geç ortaya çıkmak gibi önlenemeyen bir karakteri var.
‘Stajyer savcı’ mı?
“SAVCI ağabeyden polis kurtardı” başlıklı haber, üniversite okumak isteyen bir genç kızın ağabeyinden gördüğü şiddet öyküsünü konu alıyordu. Genç kız, ailesinden kaçıp polise sığınmış, başka bir kente yerleştirildikten sonra da ailesine karşı tedbir talebiyle mahkemeye başvurmuştu.
11 Mart’ta çıkan bu habere iki itiraz geldi. Birinci itiraz Muğla Kadın Dayanışma Grubu adına Gaye Cön Şakar’dandı. Şakar, genç kızın adının ilk harflerinin ve yerleştiği yeni kentin yazılmasını eleştiriyor, “Bu haber koruma altındaki kadın arkadaşımızın görünür olmasını sağlayarak, yaşamını tehdit altına sokmuştur” diyordu. Şakar’ın bu eleştirisi haklı. Mağdur durumdaki bir insanın mağduriyetini artırmamak gerek. Genç kızı, ailesini ve yerini tarifleyen bilgiler haberden ayıklanmalıydı.
Habere ikinci itiraz ise Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan geldi. HSYK açıklamasında “Haberlerde geçen S.G isimli herhangi bir hâkim, savcı ya da hâkim-savcı adayının bulunmadığı anlaşılmıştır” deniliyordu. Bu açıklamayı, haberi yazan Nurettin Kurt’a sordum, belge göstererek yanıt verdi:
“S.G’nin stajyer savcı olduğunu, genç kızın mahkemeye verdiği ifadeye dayanarak yazdım. Hâkim ve savcı huzurunda verilen ve tutanağa geçen ifadeye güvenmeyecek miyiz? S.G’nin Bahçehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2012’de mezun olduğunu da sonra öğrendim. Kızın bulunduğu yeri yazmamın neden ise mahkeme kararı aileye gittiği için yerinin gizliliğinin kalmaması”.
Fakat birinci sayfadaki manşet ve spotları ile üçüncü sayfadaki haberin başlık ve girişinde S.G için “savcı” yazılmış. Sadece haberin sonunda “stajyer savcı” olduğu bilgisi veriliyor. Bu yanlış olmuş, eğer elimizdeki belgede “stajyer savcı” yazıyorsa haberin başlık ve spotlarında “savcı” olarak yazılmamalıydı.Burada asıl kafa karıştıran açıklamayla genç kızın ifadesinin çelişmesi. Ağabeyi S.G, “stajyer savcı” değilse, genç kız mahkemeye sunulan ifadelerinde neden öyle söyledi? Bu sorunun yanıtının da açıklığa kavuşması gerek.