Halbuki valinin “kimyasal olmayan ilaç” sözleri açıklanmaya muhtaçtı. En azından “Nasıl bir ilaç? O ilaç kimyasal değil mi?” diye sorulabilmeliydi. Ya da neden ilaç katıldığı sorusuna yanıt aranmalıydı. Sorgulanmadan izleyenlere aktarıldı valinin bu çelişkili sözleri.
Bereket o akşamki gazetecilik açığı, ertesi gün polislerin TOMA’lara bidonlarla sıvı biber gazı boşaltırken çekilen fotoğrafları yayımlanarak bir ölçüde giderildi. Valinin “ilacı”nın ne olduğu böylece anlaşıldı. Fakat gördüğüm kadarıyla sözlerini tekzip eden fotoğraflar hatırlatılıp, “neden kamuoyuna doğru bilgi vermediği” de sorulamadı valiye.
Gazetecilerin soru soramadığı (ya da sormadığı) eleştirileri son yıllarda iyiden iyiye yaygınlaştı. Sadece siyasette de değil, polisten diplomasiye, spordan magazine kadar hemen her alanda, gazetecilerin muhataplarına soru soramadığını gösteren örnekler göze çarpıyor.
Bence “ilaç değil kimyasal” vakası, eleştirilerin haklılığının yeni ve çok önemli bir kanıtı. Reuters muhabiri Birsen Altaylı’nın tavrından ders alınamamış. Altaylı o gün, Başbakan Erdoğan’ın sinirlenmesine rağmen ezilip büzülmemiş, gazeteci serinkanlılığı içinde sorusunu sormuştu. Yapılması gereken de oydu. Altaylı o gün o soruyu sormamış olsaydı, Erdoğan’ın Tunus’tan döndükten sonra “Samimi gençlerin mesajı alınmıştır” sözlerinin bir değişimi ifade ettiği anlaşılamazdı.
Maalesef durum bu.
Soru sormak, sorgulamak, araştırmak, didiklemek konusunda bir zaaf oluştu gazeteciliğimizde. Artık “Neden?” sorusuna yanıt aramalıyız. Neden gazetecilik bu ölümcül mesleki hastalığın pençesine düştü?
Sadece sahadaki gazetecilerin mesleki yetersizlikleri gerekçesine sığınmak hem arkadaşlarımıza haksızlık olur, hem de bu kadar yaygın olmasını açıklamaya yetmez.
Sorunun kaynağını gazetecinin gücünde aramalıyız. Soru sormak bir tür iktidardır aslında. Muktedirlerin karşısına geçip, onlara soru sorabilmek için gazetecinin kendisinde o gücü bulabilmesi gerekir. Sırtını dayadığı kurumunun ve meslek örgütlerinin gücünü arkasında hissedemeyen, hatta tersine örnekleri gören gazeteci, soru soramaz hale gelir. Gazetecinin gücü, çalıştığı medya kuruluşunun ve ülkesindeki gazeteciliğin gücü kadardır. Zincirin zayıf halkasını yanlış yerde aramamak gerek.
Gazetecinin gazeteciye yaptığı
GEZİ eylemlerinde hükümet çevrelerinin eleştiri okları, Twitter kadar yabancı medya mensuplarına da yöneldi. Yaralanan, polis şiddetine maruz kalan, gözaltına alınan yabancı medya mensupları oldu. Fakat anlaşılan onları en çok yaralayan Anadolu Ajansı’nın, “... olayları, aralarında CNN ve BBC gibi ünlü TV kanalları ile Reuters gibi haber ajanslarının da bulunduğu yabancı medya kuruluşlarının ‘Türkiye’de içsavaş var’ gibi yansıtması tepki topladı” notu ekleyerek bu gazetecilerin fotoğraflarını servise koyması oldu.
Agence France Press’in Türkiye fotoğrafçısı Bülent Kılıç, AA’nın kendilerini hedef haline getirdiğini ve “yaşanan kargaşadan sorumlu” tuttuğunu savundu:
“Bu, arkadan vurulmakla eşdeğer bir davranış. 17 Haziran Pazar günü, İtalyan foto muhabiri Daniele Stefanini, kaskı ve maskesi çıkarıldıktan sonra ağır şekilde dövüldü. Reuters ve AP’ye çalışan foto muhabiri arkadaşlarımız apar topar neden ülkeyi terk etti? Polis, AA’nın fotoğrafını servise koyduğu New York Times’a çalışan Ed Ou’nun maskesini park içinde aldı; çektiği fotoğrafları sildi. Bunlar çok ciddi sorumsuzluklar, bu olayı ben ve diğer foto muhabiri arkadaşlarımız hiç ama hiçbir zaman unutmayacağız.”
Bu süreçte “gazetecilerin hedef seçilmesini” kınayan Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin açıklamasında AA’nın tavrı da eleştirildi:
“AA, Taksim protestoları sırasında tüm dünyada simge haline gelen ‘Kırmızılı Kadın’ fotoğrafını çeken Reuters foto muhabirinin de aralarında bulunduğu, yabancı basın kuruluşlarında çalışan Türk gazetecileri ve yabancı meslektaşlarımızın fotoğraflarını servise koymuştur. Ajansın yayına koyduğu fotoğrafların meslektaşlarımızı açık birer hedef haline getirmesinden endişe duyuyoruz. Bu kurumun kendi etik ilkelerine bile aykırıdır.”
Gerçekten Anadolu Ajansı’nın yabancı gazetecilerin fotoğraflarını böylesi bir notla abonelerine geçmesi üzücü. Eylemlerde “yabancı parmağı” arayan bazı gazetelerin “Zello örgütü” senaryoları ve aylar önce oynanan bir tiyatro oyununu protesto eylemlerinin provası olarak sunması kadar da yadırgatıcı...
Okurdan kısa kısa
Nezih Akkutay: Sporda (17 Haziran) “Babasının oğlu” başlıklı haberde, Kadlec’in 2008’de Heynckes tarafından keşfedilip Leverkusen’e transfer edildiği belirtiliyor. 2008’de ne Heynckes ne de Kadlec, Leverkusen’de görev yaptı. Kadlec, Leverkusen’e 1.1.2009’da transfer oldu. Heynckes, Leverkusen’de 2009 Haziran’da işbaşı yaptı. Yani Kadlec’ten altı ay sonra.
Hüseyin Mehdipur: Bazı haberleriniz çok küçük puntolarla ve silik olarak yazılıyor. Bizim gibi yaşlı, gözleri iyi görmeyen okurlarınızı da düşünün.
Yavuz Güçtürk/Yağmur Akgün: 15 Haziran’da web sitenizde yer alan “İşte Fethiye’deki Uyanık Turist Kadınlar” haberinde çarpıtma var. Kaldıkları otele para vermek yerine günde altı saat çalışarak tatil yapmanın adı niye uyanıklık olsun? Bild, Krone veya The Sun kendi ülkelerindeki Türk work&travel’cılar için bunu yapsa, onu da “Türk düşmanlığı” diye haber yaparsınız.
Özlem Kuru: 12 Haziran’da Ankara ekinizin birinci sayfasını Altındağ Belediyesi’nin reklamı kaplamıştı. Ama en altta küçücük bir “Bu bir ilandır” yazısı olsa da sayfanın tamamı haber gibi düzenlenmişti. Firmaların reklamı olduğunda hemen anlaşılıyor ama bu insanı yanıltıyordu. Malum, yakında yerel seçimler geliyor. Umarım parayı bastıran böyle “haber” olmaz.
Kartal Tekin: 20 Haziran’da Bursa ekinde “Yalovaspor’a Kamerun’dan çifte transfer” haberi çıktı.
Transferleri anlatan bu haberde teknik direktör olarak benim adımın hiç yazılmamasından rahatsız oldum. Umarım kasıtlı değildir.