Tabii İçişleri Bakanı Muammer Güler de “Tabii girer, ama henüz kanuni düzenleme yapılmadı” yanıtını vermezdi.
3 Ekim’de “Nefret suçu” başlığıyla verilen bu haberdeki kavram kargaşası ile ilgili uyarı, gazeteci şair İbrahim Kiras’tan geldi. Kiras, “Hürriyet’in manşeti ‘nefret suçu’ kavramının anlaşılamadığını gösteriyor. Haberdeki olay ‘tehdit suçu’ olabilir, nefret suçu başka bir şey” diye yazdı Twitter’da.
Kiras’ın görüşüne katılıyorum. Valinin sözleri için tehdit, hakaret, görevini kötüye kullanma suçundan söz edebiliriz. Gerçi Vali Bey’in, Saymaz’dan nefret ettiği anlaşılıyor, fakat “nefret suçu” yok mail’inde. Çünkü nefret suçları kimlikle ilgili önyargılardan beslenerek işlenen suçlar. “Nefret suçu”nun en yaygın kabul gören tanımını Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) yapmış: “Mağdurun, mülkün ya da işlenen bir suçun hedefinin, gerçek veya hissedilen ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, bağlılığı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçtur”.
Hayatımıza yeni giren kavramların içeriğiyle ilgili böyle karışıklıklar, yanlış anlamalar olabiliyor. Başbakan Erdoğan’ın “Nefret saikiyle işlenmesi durumunda belirli suçların cezaları artacak” açıklamasının ardından “nefret suçu” ile “nefret söylemi”ni karıştıranlar da oldu. Elbette nefret söylemi, nefret suçlarını teşvik eder, ama bu farklılığa dikkat çeken Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nun deyimiyle biri suç, diğeri söylem. Suçu cezalandırmak, bu konuda düzenleme yapmak zorunlu olsa da söylem ile ilgili yasal düzenleme yapmaya kalkmak ifade özgürlüğü ile ilgili yeni sorunlar yaratabilir.
Soru soramayan güç
BAŞBAKAN Erdoğan’ın açıkladığı “demokratikleşme paketi”nin içeriği bir haftadır bütün boyutlarıyla tartışılıyor. Okur Temsilcisi olarak sadece bu paketin içeriğinde basın ve ifade özgürlüğünü genişleten bir adım olmadığına dikkat çekmek istiyorum. Oysa Türkiye, daha demokratik bir ülke olacaksa, basın ve ifade özgürlüğü ile ilgili engellerin de kaldırılması zorunlu.
Kaldı ki, basın toplantısının düzenleniş biçiminde de basın özgürlüğüne yönelik kaygılar gözetilmemiş. “Akreditasyon” uygulaması devam ettirilmiş, muhalif bazı gazete ve televizyonlar basın toplantısına alınmamıştı. Ayrıca Erdoğan, tek bir soru bile sorulmasına izin vermeden sonlandırdı toplantıyı.
İşin garibi CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun medyaya davranışı da Erdoğan’dan çok farklı değildi. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın akreditasyon yasağını eleştirdiği basın toplantısında kendisi de gazetecilere soru sordurmadı!
Siyasiler ne zaman kabul edecek bilemiyorum, ama soru sormak gazetecilerin asli işi. Soru sordurulmayan gazeteciler, dinleyici ve aktarıcı konumuna indirgeniyor. Dahası, siyasi şovun parçası haline getiriliyorlar. Nerede kaldı parlamenter demokrasinin dördüncü kuvveti olmak?
Çocuktan ajan yaratmak
“İRAN turuna ajanlık sorgusu” başlıklı haber, 25 çocuğun İran’a yaptıkları dinsel amaçlı geziyi konu alıyordu. Çocuklar, İran’dan dönüşte “ajanlık” ile suçlanarak Gürbulak Sınır Kapısı’nda polis tarafından sorgulanmışlardı. Bu olayın 25 Eylül’de Hürriyet’te yazılmasının ardından aileler adına Iğdır’da açıklama yapan Hüseyin Kıran, eleştirmekle birlikte haberi doğruladı ve çocuklarla ilgili böyle bir soruşturma açılmasını kınadı: “Iğdır’da yaşayan Azeri toplumunun İran’da yaşayan Azeri Türkleriyle kültürel ortaklığı, genel olarak İran toplumuyla Caferi mezhebine mensubiyet anlamında inanç ortaklığı bulunmaktadır. Asırlardır birçok ülkeden olduğu gibi Türkiye’den de Caferi mezhebine mensup olanlar bu mukaddes mekânları ziyaret etmektedirler. Bu kafilenin de amacı, bu ülkeyi kültürel ve sosyal yönden tanımak, bir bakıma inanç turizmi kapsamında inanç kültürü alışverişinde bulunmaktı. Böyle doğal bir amaç taşıyan seyahatin bilinçaltında şiddet, ajanlık aramak son derece yanlış, gurur kırıcı ve psikolojik açıdan normal dışı bir davranıştır. Bu soruşturmayı aileler olarak şiddetle kınıyoruz. Çoğu 13-15 yaşında olan çocuklarımızın böyle olumsuz bir atmosferde sorguya çekilmesi onların psikolojisini bozduğu gibi ülkemizi seven aileler olarak gururumuzu kırmış, itibarımızı zedelemiştir. Bu yanlış tutumu sergileyen görevlilerin sorgulanmasını ilgili mercilerden talep ediyoruz”. Haberde, ulaşılamadığı için ailelerin görüşü yer almamıştı. Cevap hakkı tanımak ve haberle ilgili tamamlayıcı bilgileri okura duyurmak açısından ailelerin bu değerlendirmelerini yayımlama gereği duydum.
Okurdan kısa kısa
Ali Şevki Erek: 25 Eylül’de “Nâzım’ın ‘Kartallı Kazım’ı odasında” başlıklı foto altında Nâzım’ı yazarken a’nın üzerine şapka koymuşsunuz. O halde Kazım’ın a’sına da şapka koymanız gerekirdi.
Refik Özdinç: Bugünkü
(1 Ekim) gazetenizde dar bölge seçimlerine 1950, 54, 57 seçimleri örnek verilmiş.
O seçimlerde ekseriyet
(çoğunluk) usulü uygulandı.
Neriman Kısalar: İnternette, “Öcalan hapisten çıkarsa siyaset yapabilecek” diye haber yaptınız. Sanırsınız Öcalan yarın hapisten çıkıyor. Bu haberi yaparken öncelikle hapisten çıkma ihtimali (varsa tabii) hakkındaki gelişmeleri yazmanız gerekmez miydi? Bunu yazmayınca gerisi haber değil spekülasyon.
Doğan Bulgun: Ankara’da, 2 Ekim’de ilk sayfada “Devlet destekli doping skandalı” diye verilen, 3 Ekim’de yine ilk sayfada “Mesih ve Spartalı-Dünya, Mesut Özil ve Arda Turan’ı konuşuyor” başlıklı iki haberin yazıları devam satırlarına rağmen sporda yoktu. İki gün üst üste önemli iki hata yapıldı.
Gözde Aydın Tutkun: Sırf daha çok tık uğruna cansız bir yavrunun minik ayaklarının teşhir edilmesi ne vicdana sığar ne de meslek etiğine. Çok rahatsız edici. Web sitenizde bu tarz fotoğrafları sık görmeye başladık.
Kemal Beziroğlu: İki aydır çetelere direnen Gülsuyu’nu herkes bildiği halde, mafya bastı sokakta vatandaşları kurşunladı. Hükümetin, valinin haberi vardı kılını kıpırdatmadı. Medya da tek manşet vermedi o zamanlar.