Hatırlarsınız, 1989’da Romanya’da Nikolay Çavuşesku’nun devrilişi sırasında iktidarın katlettiği çocuklara ait olduğu söylenen cesetlerin aslında hastane morglarından alındığı, İsviçre bankalarına yatan paralar ve altın musluklar olmadığı sonradan açığa çıkmıştı.
Arap dünyasındaki son ayaklanmalarda da kimi zaman haber alma güçlükleri nedeniyle, kimi zaman da daha farklı gerekçelerle “üretildiği” izlenimi veren uçuk haberler okuyoruz. Örneğin Mübarek’in mal varlığı 40 milyar dolardan başlayıp, 70 milyar dolara kadar yükseltildi. Bir iki ekonomist ile Çakal Carlos (Ilich Ramirez Sanchez), Mübarek’in servetinin bu kadar büyük olamayacağı itirazında bulunsa da medyada milyar dolarlar havada uçuştu.
Aynı şekilde Libya’da olup bitenlerle ilgili de bazı spekülatif haberler okuyoruz. Kaddafi yönetiminin Afrika kökenli “paralı askerler”e verdikleri maaşlar, 1 dolardan başlayıp “en az 30 bin dolar”a kadar çıkıyor. Hatta kimi haberlerde bu “keskin nişancılar”a (sniper), vurdukları “isyancı” başına da binlerce dolar ödendiği öne sürülüyor. Paralı askerler haberlerini arşive kaldırmakta yarar var, ilerde okunduğunda epey komik geleceğine eminim. Elbette haberlerdeki manüplasyonların ilerde açığa çıkması, Çavuşesku gibi Kaddafi iktidarının da günahlarını aklamaya yetmeyecektir.
Neyse ki, Seyfülislam Kaddafi’nin, “Libya’yı Türklere ya da İtalyanlara bırakmayız” dediği yolundaki haberlerin doğru olmadığını öğrenmek için yıllarca beklememiz gerekmedi. İlk olarak Hürriyet’te, 22 Şubat’ta “‘Türklere bırakmayız’ tercüme hatası mı?” haberi yayımlandı. Ardından CNN Türk’ten Cüneyt Özdemir ile röportaj yapan oğul Kaddafi, o sözleri uluslararası ajansların doğru yansıtmadığını, o sözlerin bir atasözü olduğunu açıkladı.
Oğul Kaddafi’nin sözleriyle ilgili soru işaretini akıllara düşüren Zeynel Lüle’ydi. “Tercüme hatası” haberini yazmasaydı, ilk haberin doğruluğundan kuşku duymayacaktık.
Hürriyet’in deneyimli isimlerinden Zeynel Lüle’nin, Libya’ya giderek, o kaos ortamında haber arayışına çıkmasının yararlı bir sonucu oldu bu. Habercilik adına benzer bir katkı da Yorgo Kırbaki’nin Arnavutluk’a giderek oradaki olayları yerinde izlemesi sırasında yaşanmıştı. Mısır ve Tunus’ta ise öyle olamadı.
Aslında Hürriyet’in sıcak bölge haberciliği ile ilgili refleksi, 60 yıl öncesine, Kore Savaşı günlerine uzanır. Hikmet Feridun Es ve foto muhabiri eşi Semiha Es’in Kore’den geçtikleri haber ve fotoğraflar, o dönemin gazeteciliğinde büyük bir yenilikti. Hürriyet’in 28 bin olan tirajı, savaş haberleri sayesinde 200 bine çıkmıştı. Tabii o haberlerde, savaşın “Türk askerinin kahramanlık destanları” olarak anlatıldığını, hatta Kunuri Savaşı’nda 218 şehit verilmesinin bile gölgede kaldığını vurgulamalıyım.
Kore Savaşı, sadece Hürriyet değil, bütün gazeteler için önemli bir deneyimdi. Savaş muhabirliği ve sıcak bölge haberciliği alanında sonraki yıllarda ciddi gazetecilik örnekleri sergilendi Türkiye medyasında.
Fakat Arap ülkelerinde yaşanan ayaklanmalar, o ülkelerin son yıllarda yerinde izlenmesinde eksiklikler olduğunu gösterdi. Mısır, Tunus ve Libya başkentlerinde Türkiye medyası temsilcilerinin bulunmaması, oradaki hareketlenmelerin önceden fark edilmesine yol açtı.
Olaylar patlayınca bölgeye koşan gazetecilerin bağlantılarını kurup, haber kaynaklarına ulaşması da zaman aldı. Hal böyle olunca Türkiye kamuoyu, asıl olarak yabancı ajansların haberlerine mahkum oldu.
Elbette her sıcak olayda olduğu gibi, Mısır, Tunus ve Libya’daki gelişmelerde de muhabirden çok “uzman” çıktı ortaya. Ekranlar, o her şeyi bilenlerle doldu.
Canlı yayında ölüm haberi
Dışİşlerİ Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Libya’daki gelişmelerle ilgili basın toplantısında bir “gazetecilik yanlışı” yaşandı. Önce bir gazeteci, Davutoğlu’na, “Ölen Türk var mı?” sorusunu yöneltti. Davutoğlu, bir kişinin yaşamını yitirdiğini söyledi ama isim vermekten kaçındı. Bakan’ın bu özenine rağmen bir gazeteci ayağa kalkıp, “Yaşamını yitiren Türk, Trabzon’un Yonca ilçesinden, 27 yaşındaki Yunus Emre Çelik mi?” diye sordu. Bu soru karşısında şaşıran Davutoğlu, bir an duraksadıktan sonra “Evet maalesef, bu bilgi doğrudur. Bunu kriz masası ayrıca duyuracaktı. Canlı yayında böyle acı bir haberi vermek istememiştim” dedi. Hatta istememesine rağmen ölenin ismini canlı yayında açıklamak zorunda kalmanın gerginliğiyle olsa gerek gülümsedi.
Basın toplantısının hemen ardından Diplomasi Muhabirleri Derneği Başkanı Zeynep Gürcanlı, o gazeteciyi aradı. Yaptığının yanlış olduğunu, “ölenin yakınlarını düşünmesi gerektiğini” anlattı. Muhabir de üzülmüştü, “Bilgiyi teyit etmek istedim ama o sırada ölen kişinin yakınlarıyla empati kurmam gerekirdi” dedi.
Bereket Libya’da ölen Yunus Emre Çelik’in babası, o sırada Trabzon’da yetkililer tarafından hastaneye götürülmüş, oğlunun ölüm haberi orada verilmişti kendisine. Çünkü baba Çelik kalp hastasıydı! Ya önceden hastaneye götürülmüş olmasaydı?
Ölüm, çok özel bir insanlık hali. Ölenin yakınları, ölümü gazetecilerden öğrenmemeli. Sadece savaş, isyan gibi durumlarda değil, trafik kazaları da dahil bütün ölüm haberlerinde çok dikkatli olmalıyız.
Nefret suçları ajandasına nefret
Türkiye’de ırkçılık, ayrımcılık ve nefret suçlarının ne kadar yaygın olduğunun her gün yeni kanıtları çıkıyor ortaya. Metis Yayınları’nın hazırladığı “Irkçılık, Ayrımcılık ve Nefret Suçları” temalarını ele alan ajanda tam da karşı çıktığı düşüncenin saldırısına uğruyor. Önce bazı kitapçılar, ajandanın satışını reddetti. Hadi onlar ticari işletmeler, istediklerini satma hakları vardır diyelim. Fakat ardından bazı siyasi gruplar, ajandayı satmayı sürdüren kitapevlerini basmaya başladılar. Ajandanın içeriğini eleştirmek, tartışmak yerine saldırgan tavırlara girişmeleri, kimlikleri konusunda kayda değer ipuçları veriyor.
İnsan Hakları Derneği ve Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! Girişimi, 19 Şubat’ta İstanbul ve Ankara’da protesto eylemi düzenledi. “Irkçılığa Dur De” ve “Ajandama dokunma” sloganları atılan eylem sırasında bir de açıklama yapıldı:“Ajanda, ırkçıların hedef tahtasında. Ajanda’ya karşı savaş açtılar. Kimler mi?
Irkçılıkta, ayrımcılıkta, nefret suçlarında bir sakınca görmeyenler, görmemek bir yana, bunlara karşı çıkanları düşman ilan edenler.”
Okurdan kısa kısa
Şevket Küçük: 19 Şubat’ta, “Halis Ağa, 21 yıllık Atlı Köşkü’nden TMSF’yle çıktı” başlıklı haberi görünce şaşırdım. Bereket haberin içinde doğru yazılmıştı. Halis Toprak’ın çıktığı köşk, “Atlı” değil, “Aslanlı Köşk”. Malum olsa gerek, “Atlı Köşk” Sabancı Ailesi’nin ve şimdi Sakıp Sabancı Müzesi.
H. Turhal: Avrupa’da yayınlanan Hürriyet ile birlikte verilen Lezzet dergisinde bu hafta Konya yöresi konu edilmişti ama hüsran. Konya yemek kültürü tanıtılırken, “Hangi yemeklerin yenileceği belli” diye yazılmış ama bu yemekler nelerdir belirtilmemiş. Ayrıca lokanta yemeklerinde üç nefis yiyecek dikkati çekermiş, bunlar fırın kebabı, etli ekmek ve peynirli pideymiş! Peki fırın kebabı ile peynirli pidenin tarifi nerde? Peynirli sucuklu pide yazılırken, sucuk, “sucuk wurst” olarak tercüme edilmiş. Sucuğun karşılığı zaten wurst. “Fast food yemek” gibi bir şey. Hatalar o kadar çok ki sayfalar dolusu yazabilirim.
İsmet K.: 24 Şubat’ta Hürriyet’te okuduğum “Lisede erkek uğruna bıçaklı kavga” haberi bayat. Bu haberi İzmir’deki yerel gazetelerde 18 Şubat’ta okumuştum. Altı gün sonra kendi gazetemde bu haberi görmek beni üzdü.
Gülay Gökçe: Gazetede çok fazla yabancı kelime kullanılıyor. Anlamı açıklanmayan bu tür kelimeler hemen her sayfada oluyor. Efektif gibi yabancı kelimelerin kullanılması bence Türkçeye zarar veriyor.
Çetin Atik: 12 Şubat’taki başlıklarınızdan birinde “Hazinesine el kondu” yazıyor. Bunun tam Türkçe anlamını tahmin etmek güç değil. “El konuldu” denilmesi gerekirdi.