Lansman gazeteciliği

2dk okuma

ONUR Baştürk’ün 13 Ekim’de Kelebek’te yayımlanan “Bin ‘like’ uğruna havalan ey dansçı!” başlıklı yazısına ilk eleştiri T24 haber sitesinden geldi. “Gazeteci şirket gezisinde ağırlandı ve yazdı: Bu cep telefonu harika kuzum!” başlıklı bu yazı, internet medyası ve sosyal medyada yankılandı. Ardından bu yöndeki eleştiriler okurlardan da gelince konuyu Baştürk’e sorma gereği duydum:

Haberin Devamı

“Evet, HTC lansmanına dünyanın birçok ülkesindeki life-style yazarıyla birlikte Türkiye’den Hürriyet adına ben davet edildim. Yazıda ise zaten bunun bir davet olduğu, tüm dünyadan basın mensuplarının lansman için New York’a davet edildiği belirtiliyordu. Bunu eleştirenleri ise demode bulduğumu belirtmeliyim. Bu tür dünya lansmanları hep yapılır ve tüm dünyadan gazeteciler davete -isterlerse- icabet eder. Nasıl bir içerikle yazacakları ise onlara kalmıştır.
Telefon söz konusu lansman sırasında elimize verildi; denedik, fotoğraf çektik ve üç saat sonra da paket halinde geri verdik. Bu konuda çok titizler, merak etmeyin, telefonu teslim etmeyen lansmanın olduğu binadan ayrılamıyordu.”
Baştürk’e, yazısında HTC’nin yeni cep telefonunu övmesine ve “harika” diye nitelendirmesine yönelik eleştirileri de hatırlattım:

“Bu bir HTC yazısı değil, Instagram’la beraber hayatımıza giren fotoğraf furyasına dair bir analiz yazısıdır. Elbette lansmandan ilham alınmıştır. Çünkü gidişata dair o bir veridir. ‘Harika’ olarak nitelendirilen ise HTC’nin bir ‘pazarlama harikası’ olduğu ve bu hedefe odaklanmasıdır. Makine değil, stratejidir yani söz konusu olan. Ve ‘pazarlama harikası’ tanımı takdir edersiniz ki, övgü değil, aksine durumu hafiften ti’ye almaktır.”
Baştürk’ün yanıtlarını aldıktan sonra yazısını ve eleştirileri bir kez daha okudum. Gazetecilerin şirketlerin harcamaları karşıladığı “lansman” gezilerine çıkması konusundaki düşüncem biraz daha pekişti. Neden?

Önce adını koymak gerek. “Lansman” denilen ve reklamcıların çok sevdiği sözcüğün Türkçesi “piyasaya sunma tanıtımı”, yani bir ürünün ilk reklamı. Burada da HTC gibi uluslararası bir firmanın yeni cep telefonu modelinin reklamı için düzenlediği New York gezisi söz konusu. Yoksa neden gezi masraflarını karşılayıp onca gazeteciyi oralara götürsün firma?

Baştürk’ün “Bin ‘like’ uğruna havalan ey dansçı” yazısı da HTC’nin bu beklentisini karşılıyor. Zira yazı, yeni model cep telefonunun hareketli fotoğraflar ve selfie’leri ne kadar iyi çektiğini anlatmaya odaklanmış. Hatta övgüsünü şu cümleyle taçlandırıyor: “Selfie’yi flaşla çekmene olanak sağlayan HTC’nin yenisi de bu ana hedefe çok iyi odaklanmış bir pazarlama harikası.” Bu cümlede bir “ti’ye alma” hali göremedim doğrusu. Aksine sorun tam da bu. Gazetecilerin “pazarlama”nın parçası haline getirilmesi. “Demode” denebilir ama ben gazetecinin “pazarlama”larda “rol” almasını mesleğimizle bağdaştıramıyorum. Gezi harcamasını karşılayan her şirket haber ya da yazı konusu olacaksa vay halimize.

Doğan Yayın İlkeleri’ne, “yayın amaçlı gezilerin harcamalarını kurumun karşılayacağı” ilkesinin konulmasının amacı da ticari çıkarların gazeteciliğin gereklerinin önüne geçmesini önlemekti zaten. Birim yöneticilerinin “davetli gezilere” izin koşulu da habercilikle ilgili istisnai durumlar için öngörülmüştü.

‘Hürriyet İlkeleri’ndeki “ürün, şirket ve markalar arasında ayrım yapılmaması” da sorunun başka bir yanı. Benzer işlevi yerine getiren onlarca cep telefonu varken, “hayatımıza giren fotoğraf furyasına dair bir analiz yazısı”nda sadece HTC’nin yeni modelinden bahsetmek durumunda kalmak böyle bir geziye gitmenin faturasıdır aslında.

Kaldı ki, Baştürk iki yıl önce HTC’nin “İstanbul’un hızını HTC One serisi ile anlat” kampanyasında da rol almış. Bu reklam videosu da halen sosyal medyada yayında...


OKURDAN KISA KISA

Haberin Devamı

Prof. Dr. Ayşegül Ketenci (Türkiye Tıp ve Rehabilitasyon Derneği Başkanı) Gazetenizin 21 Ekim sayısında (bel fıtığı hakkındaki dizide) benim ve diğer hekimlerin gazetenize verdiği bilgiler haber haline getirilmiştir. Ancak haberin başlığında yer alan ‘Bel fıtığı felç nedeni değildir’ cümlesi bana ait değildir. Nadiren de olsa yetersiz veya yanlış tedavi edilen bel fıtıkları felç nedeni olabilmektedir. Haber içeriğinde bu bilgiler yer almakla birlikte haberin yalnızca başlığını okuyan kişiler yanlış bir kanıya kapılabilecektir.

Levent Tural: Bugünkü (24 Ekim) magazin sayfasında Erdal Beşikçioğlu’nun oynadığı yeni filmin adını “Fakat Müzisyen Bu Derin Bir Tutku” olarak yazmışsınız. Benim bildiğim o “müzisyen” değil “Müzeyyen”di. Kim yazdıysa iyi uydurmuş, bravo ona...

Süha Sertabipoğlu: (Çevirmenler Birliği Basın Sorumlusu) 14 Ekim’de “Sefiller’e çeviri davası” başlığıyla yazılan Nesrin Altınova’nın ‘Sefiller’ çevirisiyle ilgili intihal davası, örgütümüz bünyesindeki İntihal Komisyonu’nun uzun ve titiz çalışması sonucunda bizzat avukatımız tarafından açılmıştır.

Mehmet H. Çerkeşli: 5 Ekim’de Pazar ekinde çıkan “Arkeoloji dünyasında yılın keşfi – Perge’deki at heykeli” başlıklı yazıda hatalar var. 1. Bırakın dünyayı, Türkiye arkeolojisinde bile bu yıl daha önemli keşifler oldu. 2. “Çıplak Erkek Heykeli (Dioskur 2. Yüzyıl)” başlıklı resimdeki Dioskur değil, Yorgun Herkül heykelidir.

NOT: Arkadaşlar başlıkta “önemli bir buluntu olduğunu vurgulamak istediklerini” söyledi. Fotoğraflar ise maalesef sayfa hazırlanırken karışmış.
Hüseyin Nadir: 19 Ekim’de Spor sayfasında “Spikeri ağlatan taraftar” haberinde baba ve oğlunun adları karışmış. Baba avukat ve eski ANAP milletvekili Sühan Özkan’dır, görme engelli oğlunun adı ise Selim’dir.
Mahmut Taksal: 22 Ekim’de “TRT Genel Müdürü Göka oldu” haberinde “Atamamaya ilişkin karar” diyordu. “Atama kararını” biliriz de “atamama kararını” ilk kez duydum.
Mustafa Ceylan/ Nusret Turan/ Mustafa Kütükçü/Refika Doğan/ Harun Yiğit: Ömrünü Türk basınına hasretmiş 140’tan fazla kitabı yayınlanan şair ve yazar İsa Kayacan’ın ölüm haberini verirken ona Erdoğan diye bir soyadı eklemişsiniz. (16 Ekim/hurriyet.com.tr)
Mustafa Sağlamer: 16 Ekim, sayfa 23. “İngiltere ve ABD’de” başlıklı haberde, yazarın Abdullah Gül’le ilgili kitabının “biyografi” olmadığını söylediği aktarılmış. Spota bakıyoruz, “otobiyografi”. Burada tartışılmaz bir durum var; biyografi ile otobiyografi arasındaki fark bilinmiyor.
Oktay Aksoy: Bugün (24 Ekim) bir milletvekilinin rahatsızlığı haberine “Haçta enfeksiyon kaptı” başlığı atmakta sakınca görülmemiş. Hac ile haç’ın (biri can’daki c, diğeri çeşmedeki ç ile yazılır) aynı anlama geldiğini düşünüyor değiller herhalde. Üstelik insanın gözüne sokar gibi 15. sayfanın manşeti!
NOT: Bu hata, sadece Ankara baskılarında...

Haberle ilgili daha fazlası: