Öncelikle, sizinle ilgili (pek de gerekmese de) bir araştırmaya girişince, doğal olarak ilk dikkatimizi çeken “Yüksek Şeref Öğrencisi” unvanıyla mezun oluşunuzdu. Ne demek bu?
Aslında bu durum sadece puanla alakalı, 4 üzerinden 3 ortalama tutturduğunuzda şeref öğrencisi, 3,5 tutturunca yüksek şeref öğrencisi oluyorsunuz. Bu bir üniversite düzeni. Ama yaptığımız meslek öyle bir meslek ki, o kadar yeteneğe ve performansa dayalı ki; bugüne kadar hiçbirimiz birbirimize diploma notunu, oyunculuk dersinin puanını sormadık. Yüksek şeref öğrencisi olduğum için de kimse extra replik yazmadı ya da extra para ödemedi. :)
Akademinin diğer tarafına geçip akademisyenlik de yaptınız. Hocalık nasıl bir şey? Hani insanın kendini eğitmesi, iyi bir oyuncu, mimar, avukat olmak için çalışıp emek vermesiyle başka bir insanın gelişimine katkıda bulunması arasındaki farkı nasıl değerlendirirsiniz?
Farktan ziyade bunlar bambaşka boyutlar. Birinin yeteneklerini geliştirip, yıllar içinde sanatını icra etmesi ve bu konuda kendini geliştirmesi ile, bunun hayalini kuran yetenekli ya da ortalama yeteneği olan birine yeteneklerini nasıl geliştireceği ile ilgili yöntemler öğretmek, oyunculuk metotları yahut performans sanatları ile ilgili eğitim vermek bambaşka şeyler. Galiba burada altını çizmemiz gereken fark şu; hukuk öğretirken elinizde kanunlar var ya da tıp öğretirken elinizde deneyler ile ispatlanmış ilaçlar, daha önce yapılmış ameliyatlar, görüntüler, son model teknolojiler var. Ama sanat yaparken her şey göreceli. Her yaştan yetenekli ya da sanatla ilgilenmek isteyen insanlara bir şey öğretmek istiyorsanız gerçekten çok sabırlı ve kesinlikle geveze olmanız lazım, benim gibi. ☺
“ANADOLU’YA HAS İKLİM DERKEN BAHSETTİĞİMİZ ŞEY, TÜRKİYE'NİN İKLİMİDİR ZATEN. ÇÜNKÜ TÜRKİYE ZATEN ANADOLU’DUR.”
Anadolu yılları var bir de. Erzurum, Diyarbakır, e zaten Malatyalısınız. Anadolu’da tiyatro geleneği, eğitimi, izleyicisi ile ilgili gözlemleriniz neler? Anadolu’ya has bir tiyatro ikliminden söz edebilir miyiz, edebilirsek bu iklimi siz nasıl tanımlarsınız?
Anadolu’ya has iklim derken bahsettiğimiz şey Türkiye’nin iklimidir zaten. Çünkü Türkiye zaten Anadolu’dur. Biz ne kadar İstanbul, İzmir gibi metropollerde hariçten gazel okusak da şu anda tüm komedi programlarında, skeçlerde sürekli Anadolu’da en doğrusunu ve güzelini duyacağımız o muhteşem dialogların kötü taklitleri yapılmaktadır.
Ve bunun üzerinden reklamlar ve tiplemeler yapmaktayız. Ve bunların üzerinden ciddi paralar kazanılmakta. Bir tiyatro oyunu çıkarttığımızda hemen Anadolu turnesine çıkarız. Niye? Çünkü tiyatro da zaten Anadolu’dur. Biz her ne kadar kabul etmesek de benim gibi Diyarbakır’da, Erzurum’da, Tunceli’de, yani her zaman söylediğim gibi Nusaybin’deki İran tabelasından Edirne’deki Kapıkule tabelasına kadar, 81 il ve ilçelerinde turne yapan her tiyatro oyuncusu bunu söyleyecektir; Türkiye Anadolu’dur.
Radyo programcılığı da ilginç bir başka başlık. Özellikle taşrada buğulu, tok bazen de gevrek sesiyle geceleri dinleyicilerin hayatına dokunan radyo programcılarını hatırlıyoruz. Siz nasıl bir programcıydınız ve size ne kattı radyo programcılığı?
Buğulu, gevrek, tok sesli radyo programcılarının sadece seslerini hatırlamak lazım, aksi takdirde hayal kırıklığı olabilir. :)) Radyo çok acayip bir şeydir. Sadece kulağını vererek, bütün o dikkatini dağıtan ayrıntılardan, her şeyden soyutlanarak ona konsantre olmak. Bende biraz hiperaktivite var, onun için ben pek öyle şiirli, mesaj içerikli programlar yapmadım. Ben daha çok gece showları yaptım. Bizim dönemin en yetenekli aktörlerinden Erdem Akakçe ile “Baykuşla Karga” diye Bilkent'te burslu tiyatro bölümünde okuduğumuz dönemde müthiş bir radyo programı yapıyorduk. Radyo stüdyosu bir cam fanusun içindeydi. Gece üçte duyuru yapardık, civardaki üniversitelerden öğrenciler pijamaları ve kahveleriyle bizi izlemeye gelirlerdi. :)) Erdem'in amuda kalkarak programı sunmaya devam ettiğini hatırlıyorum. Müthiş zamanlardı, yeterli yerimiz olduğunu sanmıyorum, bunu tek başına konuşuruz yine. :))
Tiyatro kariyerinizde bizim özellikle ilgimizi çeken oyun, 14. Afife Tiyatro Ödülleri kapsamında, Yılın En Başarılı Müzikal ve Komedi Erkek Oyuncusu dalında adaylığa layık görüldüğünüz, İntiharın Genel Provası. Dört farklı karakteri canlandırıyorsunuz bu oyunda. Dört farklı role nasıl hazırlanır bir oyuncu ve sizin için en unutulmaz performansınız hangisiydi?
Ben sadece performansını seviyorum. Yani tiyatroda olmayı ve her akşam başka bir seyirciyle, hatta bazen başka bir şehirde hatta ve hatta bazı zaman aynı şehirde farklı semtlerde bir oyunun seyirci ile buluşması çok farklı oluyor. İntiharın Genel Provası da bu anlamda kara komedi olması açısından müthiş bir tür bence. Ve şu anda da aslında şu zamana kara komedi gerçekten çok yakışıyor. Bu yüzden çok kıymetli bir oyun. Kadıköy’de bambaşka buluşuyor seyirciyle, Harbiye’de bambaşka. İstanbul’da dört yıl kapalı gişe oynamış olmamıza rağmen yeniden yeniden yapılması gerektiğini düşündüğüm bir oyun İntiharın Genel Provası. Ankara’da da çok bambaşka bir buluşma olacağını düşündüğüm için Ankara’da da yapacağız. Şu anda İstanbul’da Tiyatro Adam tarafından yapılıyor, çok değerli dostlarım oynuyor. O versiyonu da mutlaka gidip izleyeceğim. Takip etmeye çalışıyorum. Tiyatro seyircisi mutlaka iyi performansı bir şekilde arıyor, buluyor ve iyi performans her zaman seyirci ile buluşuyor.
Kış Uykusu’nda da izledik sizi. Çok sorulmuştur tabii ama Nuri Bilge Ceylan’la çalışmak nasıl bir tecrübeydi? YouTube’da birkaç kamera arkası çekimine denk geldik ve oyuncular açısından işler pek de kolay değilmiş gibi geldi bize. Öyle mi?
Hiç öyle değil açıkcası. Beni de sete giderken korkuttular, Nuri Bilge Ceylan uzun çalışıyor, bütün gün aynı sahneyi defalarca çekiyor diye. Elli kez çekmiyor ama bütün gün aynı şeyi çektiğimiz oldu. Çünkü ne istediğini çok iyi biliyor ama onu bulana kadar da çekiyoruz. Hepimiz tatmin olana kadar çalışıyoruz. Çünkü ne istediğini bilen adam da yaptığı işe ayrı bir özen gösteriyor. Hele ki sinemada böyle bir yönetmenle çalışınca da tekrar çalışmak için bekliyorsun.
Yakın zamanda kendi eğitim kurumunuzu da kurdunuz. Ne tür eğitimler veriyorsunuz, en çok hangi kesimden talep alıyorsunuz ve genel olarak ne tür bir motivasyonla geliyor öğrenciler? Şöhret, para, sanat aşkı…
Biz bir konservatuar açtık. Ben bir konservatuar mezunuyum. Yani Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Tiyatro Bölümü de Hacettepe Devlet Konservatuarı gibi bir konservatuardır. Ve ben orada dört yıl burslu okudum. Cüneyt Gökçer’in neredeyse son birkaç öğrencisinden biriyim. Bu bir gelenek, bu bir disiplin işi. Dizi oyunculuğu başka bir şey, dizide oynamak başka bir şey, sahnede oynamak başka bir şey, şarkı söylemek bambaşka, canlı performans sergilemek ise bambaşka. Biz buna toplu olarak Performans Sanatları diyoruz. Ve biz oyunculuk, yazarlık, şan ve dans ana sanat dallarının etrafında, her dalda eğitim veriyoruz, talep olduğu sürece. Yaklaşık on altı hocamız, eğitmenimiz var. Bunların bazıları çok seçkin üniversitelerin çok önemli bölümlerinde bölüm başkanı, profesör, eğitmen ve hepsi akademisyen. Ve İngiltere’deki Pearson BTEC diploma programı ile anlaşmalı olarak eğitim veriyoruz. Yani isterseniz konservatuar mezunu da olabiliyorsunuz, bizden eğitim alarak. Ya da bir hobi sınıfında sizin gibi sanata gönül vermiş ama başka meslekle uğraşan, zamanının kalanının tamamını sanatla geçirmek isteyenlerle bir arada olabilirsiniz, Herkes için açık bir kurum burası. Güzel olan da bu. Böylece biz 7’den 70’e sanatla ilgilenen, sanattan anlayan ya da anlamak isteyen ya da yetenekleri olan ve bunu keşfetmek isteyen herkesle bu çatı altında buluşabiliyoruz. Heyecan verici olan kısmı bu bence.
“HER NE YAPMAK İSTİYORSANIZ BİR AN ÖNCE YAPIN, ÇÜNKÜ HAYAT ÇOK KISA VE OYUN OYNAMAK ÇOK GÜZEL. YANİ EN AZINDAN SAVAŞMAKTAN DAHA GÜZEL.”
Altına imza attığınız onlarca işin ardından Seksenler ile en geniş kitleye ulaştınız, diyebiliriz. Diziler, televizyon belli ki bu anlamda hala en önemli mecra. Sizce dizi/televizyon oyunculuğuyla sinema, tiyatro oyunculu arasında nasıl bir ayrımdan söz edebiliriz? Ayrıca geniş kitlelere hitap eden işler ve sanatsal nitelik arasında nasıl bir orantı olduğunu düşünüyorsunuz?
Orantı demeyelim biz o aradakine, orantısızlık diyelim. Çünkü şu anda oynadığım karakteri bir filmde dört hafta, bütünlük içinde ince ince işleyip, her sahneyi detaylarıyla sadece bir günü o sahneye ayırarak çekmek başka bir şey; o filmi her hafta, üstelik yayınlanacağı güne kaset yetiştirerek, üstelik kaliteden ödün vermeden, tüm prodüksiyonunda hiçbir şeyden kaçınmadan ve her hafta birinci olmak zorunda olup, tekrara düşmeden, finalleri de her hafta birbirinden farklı yapıp seyircinin heyecanını asla aşağıda tutmadan yüzlerce kez çekmek başka bir şey. TV Serious diyorlar ya, yani TV serisi, o yüzden seri diyoruz. O yüzden bir süre sonra ne yaparsan yap seri üretime geçiyorsun. Böyle olunca da ondan bin tane oluyor. Bin tane olunca da biz ona televizyon diyoruz. Bir tane olunca çok kıymetli oluyor, festivale gönderiyoruz. Aradaki orantısızlık bu. Oyuncu, yönetmen, prodüksiyon ve yayıncı, bu aslında herkes için geçerlidir. Buna da kimse hayır demez.
Oyunculuk, yönetmenlik, radyoculuk şimdi de şarkıcılık. Öncelikle kendinizi şarkıcı olarak tanımlıyor musunuz ve şarkı söyleme fikri nasıl oldu da konserler verecek kadar olgunlaştı?
Ben komedyenim. Kendimi tam tabiriyle öyle görüyorum. Komedyen dediğin dram da oynar, komedi de oynar, dans da eder, şarkı da söyler. Mesela TRT'de pazar günleri alt yazılı Danny Kaye Show da izledim. Sadece Şener Şen, Kemal Sunal ile değil Danny Kaye ile de büyüdüm. Hakikaten de örnek aldığım nadir aktörlerden biridir. Şarkıcı mıyım? Albümüm yok ama Cem Karaca'dan Kalinka'ya kadar her şeyi söylüyorum, üstelik de back vokalsiz. Ben showmanim, bu da normal bir durum. Mesela 22 Kasım'da Ankara Hayal Kahvesi'ne, 6 Aralık'ta da Kadıköy DorockXL'a gelin. Gelin de görün. :))
Son olarak zaten halihazırda öğrencileriniz de olan oyunculuk heveslisi gençlere neler önerirsiniz ve sizi takip eden insanlara buradan verebileceğiniz, yeni dönem planlarıyla ilgili haberler neler?
İnşallah öğrencilerimizin sayıları artar. Oyunculuk ya da şan yani şarkı söylemek. Şarkı söylemek, müzik en evrensel olanı. Resim yapanlar için de aynı şey geçerli. Dans etmek isteyenler için de... Her ne yapmak istiyorsanız bir an önce yapın, çünkü hayat çok kısa ve oyun oynamak çok güzel. Yani en azından savaşmaktan daha güzel. En azından bize ait olmayan bir profili, hiç de bize benzemeyen şekilde yansıtmaktansa biraz kendimize vakit ayırmalıyız bence. Şarkı söylemeye, şiir okumaya, dans etmeye, hep birlikte bir şeyler üretmeye. Yani eminim bu durum sosyal medya hesaplarımızı daha zengin daha renkli daha estetik ve daha çekici kılacaktır. ☺ Yani sanatla ilgilenmek hiçbir şey kaybettirmez aksine kazandırır. Hep diyoruz ya, işte sanat iyileştirir. Benim bu okulu açarken en büyük kaygım, yaşıtlarım ve benden büyüklerle çok iyi anlaşıyorum ama arkamızdan gelen yani tam da şu anda yetişmekte olan nesle nasıl ulaşacağımızdı. Ama şimdi 15-17 yaş grubu, daha küçük gruplar da 7 yaştan itibaren eklenmeye başladıkça onlarla buluşmak daha heyecan verici, daha yaratıcı, daha üretken. Ve galiba bizi içinde yaşadığımız topluma sanatçı olarak, oyuncu olarak, yönetmen ya da yazar olarak da daha yakın ve daha samimi hale getiriyor. Bu yüzden heyecanla ve merakla bekliyoruz. Özellikle 15-17 yaş arası öğrencilerimizle 29 Ekim’de hep birlikte Kuvayi Milliye oynamak gurur vericiydi. Onlar koreografideydiler, bütün koreografide onların başarılı gösterisi vardı. Ve önde de biz şiirleri söyledik. Diğer öğrencilerimizle birlikte. Onların da çoğu profesyonel olmak üzereler. İlk mezunlarımız olacaklar. Ve benim gibi düşünen herkes böyle okullar açsın. Sokakta birbirimizi dövmektense birbirimize şiirler söyleyelim. Sevdiğinin gözünün içine bakarak aniden şarkılar, şiirler söyleyen bir nesil olalım, yeniden.
Röportaj: Erkmen Özbıçakçı