Seni tanıyan herkes bunun geç kalmış bir kitap olduğunu söylüyor. Sen de katılıyor musun, yoksa tam da zamanı mıydı?
Lafa “Altı yaşımdan beri yazıyorum” diye bir klişe ile başlamak istemiyorum da, sanırım on beş senedir pek çok mecrada yazıyorum. Ama hep hayatın akışına karşı yüzmeye çalışırken kazara akıntıya kapıldığımdan, oturup bir dosya hazırlayıp, yayınevlerine iletmek aklıma bile gelmemişti, aklıma gelse bile fırsat olmazdı. Bana kalsaydı belki de öykülerin çıkışı, editörüne kavuşması, yayınevi ile buluşması, bir kitaba dönüşmesi ve bu röportajı yapmamız 2025'i bulabilirdi. Hayatta nadir dört ayak üstüne düştüğüm durumlardan birisi oldu. Everest Yayınları bana ulaştı. Ben vazife insanıyımdır. Görev verin yaparım. Bu bir de hayallerimin ayağıma gelmiş haliydi, vazife bildim. Bir yazda çıkardım tüm öyküleri. Demek ki yirmi yıldır pişiyorlarmış içeride. O yüzden öykülerin kitap haline gelmesi yıllar sürmüş olabilir ama bence mükemmel bir zamanlamaydı, yanmadan tam zamanında çıkardık içeriden. Ama öte yandan, kitabı ilk kez rafta gördüğümde, ilk okur yorumu ile karşılaştığımda, ilk imza gününde kendime "bunca sene aklım neredeydi?" de dedim.
Kitapta anıları unutmamak için eşyalarla eşlediğinden, eşyaları bu yüzden atamadığından ve onları sürekli kutuladığından bahsediyorsun. Öyküleri yazınca anıların ağırlıklarından kurtuldun. Peki eşyalar ne alemde? Kutular duruyor mu, artık biriktirmekten de vazgeçtin mi?
Kitaptaki öykülerde hep geçmişimden birilerinin anısı var. O anıları eşlediğim eşyaların ağırlığından kurtuldum da lakin gerçekten iyi yaşamışız. Zira evde hala üç dolap dolusu kutu duruyor. Onları henüz yazamadım haliyle. Mesela gittiğim tüm şehirlerden birer hatıra var. Ama magnet gibi bilindik şeyler değil. Hatırlamak istediğim andan saçma sapan bir şey almışım. Mardin'den taş taşır mı bir insan ya? Evde taş var bayağı. Siz baksanız sadece "E taş bu?" dersiniz. Yani harbiden de hiçbir özelliği yok. Ama ben ona bakınca dağ yolundan inerken freni patlayan minibüsümüzü hatırlıyorum. Mucize kabilinden sağ kalışımızın bir nişanesi. Berlin'den festival bilekliği, Amasra'da akordeon çalan kadını unutmayayım diye o restoranın kâğıt masa örtüsü, Ayder'den ayı pençesi ile koparılmış ağaç kabuğu derken hala kutular istif vaziyette. Bir de insanların bıraktığı anılar var. Lisedeki en yakın arkadaşlarımdan birinin on sekiz yıl önce bende unuttuğu montu, bir diğerinin penası, babamın aldığı ilk VHS kaset, çocukken, annemler işten eve yetişemediğinde bana sahip çıkıp oyalayan eski bakkalımızın hediye ettiği plastik fare derken evde gerçek eşyalardan oluşan bir Facebook zaman tüneli var adeta. Sosyologlar diyor ki, değişikliklere en kolay adapte olan toplumlar, en uzun süre var olanlar. Bense büyük değişimleri geçtim, zamana adapte olurken bile kök salıyorum geçmişime. Bu şekilde sürekli büyüyen bir yükle yaşamak sürdürülebilir değil. Hele ki herkes bir sırt çantası ile dünya vatandaşı olmaya çalışırken. Öyküler sayesinde en azından nasıl hafifleyeceğimi çözmüş oldum. Şimdi önümde daha yazılacak çok kutu var.
İnsanların en çok paylaştığı, en çok ağladığı öykü hangisi oldu? Ben Celal Abi'ye koşarak sarılmak istedim mesela.
Celal Abi sanırım karakterler içinde en sevileni oldu. O öykü umutla, neşeyle başlayıp ufak hayal kırıklıklarının dandikliğine gülüp geçilebilen bir seyirde gidiyordu. Ta ki Celal Abi'nin dünyasına girene kadar. Ki sonu mutludur bence o öykünün. Ona rağmen, beklenmedik bir anda araya giren geçmişin gerçekliği ağlatıyor sanırım. Nereden geldiği belli olmayan bir tokat indiğinde, istem dışı gözler dolar ya, Celal Abi'nin dünyası o tokat işte.
Ben yazarken okurun kendi dünyasından bir tanıdık bulmasını umut etmiştim. Hayallerimin ötesi gerçek oldu. Bir okur Ali Amca'yı kendi mahallesinden başka isimle biliyordu, kiminin hayatında bir Ebru vardı, birinin halası aynı Ümmü'ydü, diğerinin müdürü Ercan'a benziyordu. Kendi geçmişinden birilerini andı okuyanlar.
Bir de Refiye, anneannem. Anneannesi ile fotoğraf gönderen oldu, kitabı bitirince anneannesinin elini öpmeye gittiğini söyleyen oldu. Birisi anneannesinin mezarına çiçek ekti, bir diğeri eski resimleri karıştırdı. Anneanneler ile torunlar kavuştu. En çok da ona sevindim. Çünkü çocukluğumuzda izi olan, küçük mucizeleri ile kişiliğimizi nakış nakış dokuyan anneannelere manevi borcumuz çok. En çok belki de Refiye adı anıldıkça hafifledim ben.
90'ların üniversite hayatından da sıkça bahsediyorsun Lakin İyi Yaşadık'ta. Şimdiki kampüs hayatıyla karşılaştırmanı isteyelim mi? Neler aynı, neler farklıydı? Sizin nesil daha mı mutluydu, daha mı iyi yaşadı?
Burada bir kıyaslama yapabilmek için önce yeniden üniversiteye dönmem gerek. Aslında düşünmüyor da değilim. İçimde okumak istediğim, ukde kalan çok bölüm var. Zaman zaman başa dönesim geliyor. Öte yandan hoca ile karıştırılmak, öğrenci işlerinde görevli sanılmak ve çok uzaklardan “Ayşen Ablaaaa” diye çağırılmak gibi garip endişelerim de var. Ben, isterseniz bizim hayat nasıldı biraz onu anlatayım, arkadaşlar okuyunca kendileri kıyaslamış olurlar. Bizim kampüste Anadolu’nun her şehrinden insan vardı. Gelenlerin çoğu da sırtında okumanın yükü ile gelirdi. Tamamen devlet üniversitesiydi ve harçlar da çok yüksek değildi. Yine de o bile herkesin belini bükerdi. Böyle olunca da evden okula giden, aileden gelen harçlıklarla yaşayabilen çok az insan vardı. Neredeyse hepimiz tuhaf işlerde part time çalışırdık. Almanya’ya işçi girip tüm akrabalarını yanına aldırmak gibi, birimiz iyi ve kolay bir iş bulunca bir anda herkes o sektöre geçiyordu. Genelde de işi okula taşırdık zaten. Etiket dikme, anket doldurma, toptan mal alıp bir yerlerde stant açıp satmak gibi işler yapardık. İnanılmaz bir paylaşım ortamı vardı. Mesela not tutup da arkadaşına vermemek demek adeta “ben önümüzdeki dört seneyi tek başıma fotosentez yaparak geçireceğim” demekti. Çünkü kimse bir daha yüzünüze bakmazdı.
Cebimizde pek para olmazdı ama kantinden çay alırken illa ki masadaki insan sayısı kadar alırdık. Son paramız olsa da. Zaten her gelen masadaki herkese çay aldığı için akşama kadar illa ki elimizde içecek bir şey oluyordu. İlginçtir mesela, birinin canı kola istediğinde açıklama yapardı. Yani herkese ısmarlama şansı yok, pahalı ama canı da çekmiş. “Midem kaynadı da ben bir şişe alayım isteyen varsa da bardak rica edeyim bölüşürüz” filan. Öğlen yemekleri çok önemliydi. Durumu en vahim olanlar; yemekhane açılır açılmaz bir tepsi yer, yemek saatinin sonunda bir tepsi daha yerlerdi ki akşama yemek derdi, bütçesi ile uğraşmasınlar. Ki gerçekten çok iyi dört çeşit yemeği bir bardak çay parasına yerdik.
Hocalar ile aramızda hep bir sınır ve saygı vardı. Üst sınıflardaki yakın arkadaşlar asistan olunca ne yapacağımızı şaşırırdık. Dayın dersine gelir gibi bir durum. Ciğerimizi biliyorlar, kopya çekilmez, mecburen en çok onların girdiği derse çalışırdık rezil olmamak için. Çok kalabalık yaşardık. Yani çok yokluk vardı ama o yoklukta insandan yana gayet zengindik.
"Lakin İyi Yaşadık" hem geçmişe saygı hem de kendini telkin gibi duruyor. Olsun ya, iyi yaşadık gibi. Tam ne diyorsun aslında? Hepsi birden mi?
İkisini de diyorum evet. Ne yaşadıysak hakkını vererek yaşamışız. Ki bunca anlatılacak şey birikmiş. Her günü kendimize macera kılmışız. Çok semt, çok insan, çok hikâyede adımız geçmiş. İyi yaşamışız. Öte yandan çok vukuat atlatmışız, yine de iyi valla yaşamışız, başımıza bir iş gelmeden bu günlere varmışız. Öyle içimizi karartmamış, gülmeyi bir gün bile unutmamış, hep göğe bakmışız. O okullar bir şekil bitmiş, hayatla bazı yerlerde barışmışız.
Geri dönüşler nasıl? Hayal ettiğin gibi mi, hedeflediğin gibi mi?
Hayallerimden bir tık daha ileride. Umduğumdan bayağı ötede. Sosyal medyanın bu kadar güçlü olduğu, timelineların bunca hızlı aktığı bir dönemde, bir öykü kitabı ikinci baskı yapabildi. Okurla da o hızlı akan sosyal medyada kavuşma şansımız oldu. Hani bir film izlersiniz de arkadaşınız da hemen izlesin ve üzerine konuşabilelim istersiniz ya. İşte burası hayalimi aştı. Tüyap’ta buluştuğumuz okurlar hep bunu söyledi. Okuyan, üzerine konuşabilmek için birilerine hediye etmiş. Ben bu kadarını aklıma bile getirmemiştim.
Hem iyi bir okur hem de iyi bir yazarsın. Son dönemde edebiyat adı altında, pek de edebi değeri olmayan birçok kitap çıkıyor. Nasıl değerlendiriyorsun?
On beş yıldır yazıyorum, yeni saydım çocukluğumdan beri 3000’e yakın kitap okumuşum ve hala bir kitaba “olmamış” diyecek kadar güvenmem kendime. Kitap okurunu bulur. Çıkan eseri değil de o eserin karşılık bulduğu toplumu eleştirmek lazım. Diyorsanız ki; bu iyi bir eser değildir lakin yüzbinlerce okundu. O zaman okuyan neden buna yöneldi, ona bakmamız lazım.
Bundan sonraki planlar neler? Yeni bir kitap yolda mı? Seni başka şeylerde de görecek miyiz?
Çok istiyorum çünkü dediğim gibi, kutular bitmedi. Bir de kitabın gördüğü karşılığı tatmış bulundum. İnsan müptezel olur. Öyle bir keyif ki rafta ayların yılların emeğini kanlı canlı görmek. Bir de hepimizin anlaşılmak gibi dertleri var. Yazdığınızı bir kişi bile tam hayalinizdeki gibi anlayınca, insanın anlattıkça anlatası geliyor. Yine de hayat bunun adı. Her hayal gerçek olacak diye bir şey yok ama hayallerde yenileri var.