Hayatınızı Beatles'tan önce ve Beatles'tan sonra diye ayırmamız mümkün, öyle değil mi? Onlardan çok etkileniyorsunuz. Grup müziği yapma isteğinizi onlar mı tetikledi peki? Sonuçta solo bir kariyer de düşünebilirdiniz...
Evet, Beatles’tan sonra hayatım değişti. On dört yaşındaydım, Beatles’ı gördükten sonra müzisyen olmaya karar verdim. Ortaokul arkadaşlarım da söylerdi, sen hep gitarlı üç adam çizerdin diye. Ben yedi sekiz yaşlarındayken babam senfoni orkestrasının baş trompetçisiydi, onun nefessiz trompetini alır hortuma takar, ucuna da huni takardım, çocukları peşime takıp giderdim. Bir ara mandolin kursuna gittim. Mandolin kursunu hiç sevmedim çünkü mandolini ters çevirtip, tramola yaptırıyorlardı. Bir gün, iki gün, üç gün, dört gün, beş gün derken baktım işin içinden çıkılacak gibi değil, “Ben bunu istemiyorum,” dedim. İşte Beatles’larla birlikte kendime bir akustik gitar aldım, hiç unutmam, gayet ucuz bir gitardı. İlk solo plağımı çıkarttığımda üçlü olarak kalmayıp kendime bir kariyer yapabilirdim fakat ben sanıyorum çocuklara alışmışım. Yani onların sesi, varlığı olmadan kendimi sahnede çok yalnız hissediyorum.
MFÖ'den önce de müzikal birliktelikleriniz oldu, fakat nihayetinde yola Fuat Güner ve Özkan Uğur’la devam ettiniz, buna kararı nasıl aldınız?
Doğru insanları bulmakla başlıyor bütün mesele, bu işin püf noktası o. Bir şeylerden geçiyorsunuz, başka bir davulcunuz oluyor, ondan sonra başka birileri geliyor… En son Mazhar Fuat Özkan’ın doğru adamlar olduğuna karar verdik ve yaptığımız müziğe devam ettik. O da başarılı oldu.
Birlikte onca yıl geçirdiniz, yarışmalara katıldınız, müzikallerde yer aldınız, herkesin bir solo kariyeri de oldu. Peki, geriye dönüp baktığınızda keşke şunu da yapsaydık dediğiniz bir şey var mı? Mesela keşke yurt dışına açılsaydık, yabancı bir albüm yapsaydık dediniz mi hiç?
Yok, çünkü zaten Türkiye’de meşhur olmak bizim için yeterliydi. Şöhret afettir zaten, bunun çilesini, meşhur olmanın sıkıntılı bölümünü zaten yeterince yaşadık, yaşıyoruz. Yani bu kadarı bizi tatmin etti.
Kendi mesleğiniz dışında, başka bir meslekte aklınız kaldı mı?
Hayır, hiç kalmadı. Zaten babam senfoni orkestrasında olduğu için, teyzem operacı olduğu için, eniştem tiyatrocu olduğu için küçüklüğümden beri o oyunlara gidip gelirdim. Sanatla hep iç içeydim. Konservatuvarda mitolojiden eskrime kadar eğitim gördüm. Benim yaşıtlarım başka işlerle uğraşırken, benim mecburen okulda okuduğum kitaplar kelime haznemi genişletti. O yüzden söz yazmada ileriye gittim kendimce. Tabii bütün bunların yanında Fuat ve Özkan’ın bana kattıkları da çok önemlidir.
Bazı şarkılarınızın yazılış hikayeleri çok enteresan. Mesela "Yandım"ı Medine'de manevi hislerle, "Sarı Laleler"i Amsterdam'da eşinize yazmışsınız. Yakında çıkacak olan yeni MFÖ albümünde de buna benzer hikayesi olan şarkılar var mı?
Ben genelde şiir olarak yazmaya başlarım, sonra o kafiyeleri, matematiksel düzenini kurar şarkı yaparım. Ama bu sefer gerçekten şarkı yazdım ve dinlediğiniz vakit göreceksiniz, müzikli şiir gibi oldu. Sözleri dolu dolu oldu. Albümün adı “Kendi Kendine” ve on iki şarkıdan oluşuyor. Üçümüz de besteler yaptık. Akustik bir çalışma oldu, içinde hiç elektronik malzeme olmayan bir çalışma yaptık. Daha çok balatlar var, bir iki tane hızlı çalışma var. Bir tane Rahmi Saltuk’la ortak çalışmam var, bir şarkıda da Hasan Hüseyin’in sözlerini kullandık. Bir de Aşık Veysel’in bir türküsü olan ve bizim 1971’de yaptığımız plakta kullandığımız “Türküz Türkü Çağırırız”ı da koyduk içine.
Mazhar Fuat olarak yaptığınız “Türküz Türkü Çağırırız” albümü yurt dışında hala ilgi görüyor…
Evet, en son Amerikalı bir şarkıcı o albümdeki “Adımız Miskindir Bizim”in orta bölümünü alıp rap yaptı. Türkiye’nin ilk stereo plağıydı o. Almanya’da basıldı ve burada da korsanları basıldı, ben imzalıyorum bazen kitap imzalar gibi.
Çok inandığınız, bu kesin hit olur dediğiniz bir şarkının ilgi görmediği, ya da çok üstünde durmadığınız ama hit olan bir şarkı oldu mu hiç?
Oldu. “Yandım”ı ben ilk Tarkan’a sattım, ben kendim plağı yapmadan önce. Tarkan çıkardı plağı, ondan sonra ben yaptım, benim yorumumu daha çok beğendi halk. “Sarı Laler”in hiç hit olacağını sanmazdım. “Güllerin İçinden”di, “Bodrum Bodrum”du bunların böyle hit olacak şarkılar olduğunu bilmezdim. Tahmin ediyor insan birazcık ama o kadar. Bu illa hittir diye bir şey yok. Varsa bile bir prodüktörün baktığı gözle bakmıyorum ben.
Geçtiğimiz günlerde "Mazhar Olmak" adlı kitabınız yeniden basıldı. Bu kitap bildiğimiz kitaplar gibi değil, içinde el yazıları da var, çizimler de, notalar da... Hayatınızı bu şekilde anlatmaya, böyle bir konsept oluşturmaya nasıl karar verdiniz?
Bir ressam arkadaşım bir gün önüme başka bir ressamın kitabını getirdi, adam kitabı bire bir yapmış, oradan çekmişler dedi. Hoşuma gitti. Ben de altı ay boyunca kestim, yapıştırdım, zamklar içinde kocaman bir kitap hazırladım. Sonra onu küçülttüler, çok kalındı. Bu kitabın dünyada bir örneği olduğunu sanmıyorum.
Kitabınızın konseptini sahneye taşıyacak mısınız peki, solo konserleriniz olacak mı?
Daha önce “Mazhar Olmak” konseptinde konser yaptım, ilkini Harbiye Açıkhava’da, ikinciyi Zorlu PSM’de yaptım. Şimdi “Mazhar Olmak”ın üçüncü konserini yapmak istiyorum, İzmir’e gitmeyi düşünüyorum ama biraz daha vakit var.
Sizi hiç tanımayan bir yabancı bile kitabınızda göz gezdirse, renkli kişiliğinizi fark eder. Sizin de inişleriniz ve çıkışlarınız oluyordur, her şeye rağmen kendinizi nasıl motive ediyorsunuz?
Uyuyarak, çok uyuyarak.
Hem ozan hem sufi olarak siz hayattan ne öğrendiniz, üç kelimeyle özetleyin deseler, ne dersiniz?
Valla üç tane kelime sayamam, hani adaya giderseniz yanınıza üç şey ne alırsınız gibi… Ama az konuşup daha çok dinlemeyi öğrendim diyebilirim.
Artık siz de bir sosyal medya kullanıcısınız, peki sosyal medyayı ne şekilde kullanıyorsunuz?
Daha çok konserlerimi ve etkinliklerimi bildiriyorum. Ara sıra resim koyuyorum. Facebook zaten tanıdıklar arasında olduğu için orada sadece like ediyorum. Twitter’la da hiç aram yok, sadece konserler günlerini, kitap imza günlerini falan paylaşıyorum.
Hayallerini gerçekleştirmek isteyen ve henüz yolun başında olan gençlere öğütleriniz neler olur? Hedefe giden yolda ne yapmalılar?
Valla çok çalışmak falan gibi klasik öğütler vermek istemem. Çok yetenekli gençlerimiz var, fakat onlara bol şans diliyorum, günümüzde şans çok önemli bir faktör oldu.
Hangi üniversite anınızı şimdiki üniversitelilerle paylaşmak istersiniz, aklınıza ilk ne geliyor?
Çok şey geliyor, film olacak kadar. Çünkü ben konservatuvarda okudum Ankara’da, çok farklı bir okuldu. İçi, atmosferi, çok iç içe aile gibi bir okuldu. Çok hatıralarım var. Bir kere çıktık oyuna, orman olmuşuz. Hepimiz sırtımızı dönüyoruz, ‘bir orman’ yazıyor. Ben oynuyorum, sırtımız dönüyoruz ‘bir orman’ yazıyor. Unutmuşum. Yine sıyrılmışım kendi dalgınlığımla.
Röportaj: Yağızcan Akbulut