Fakat son dönemde roller tersine döndü; daha çok siyasetçiler, medyayı eleştirir oldu. Öyle ki, hemen her olayda siyasetçilerden, gazeteciliğin nasıl yapılması gerektiğine dair tavsiyeler, yönlendirmeler duyar olduk.
Van’daki depremin hemen ardından bölgeye giden Başbakan Erdoğan da basın toplantısının sonunda gazetecileri “uyarma” gereği duydu:
“Basın mensubu arkadaşlarımdan bir ricam var; panikleyen vatandaşlarımız olabilir. Onların bu paniklemelerini ekranlara getirmek suretiyle vatandaşımızı ‘Acaba Van’da, Erciş’te ne oluyor, hakikaten halk kendi başına bırakıldı mı?’ gibi bir şey haline getirmeyin, milletin dayanışma ruhunu ortadan kaldırır.”
Erdoğan’ın bu uyarıyı, orada bulunan muhabirlere karşı dile getirmesi gazeteciliğin serbest koşullarda icrası açısından dikkate değer bir durum. Zira “editoryal bağımsızlık” dediğimiz kavram, sadece yazı işlerinin gazete sahibine, siyasi iktidara, güç odaklarına karşı bağımsızlığını içeren bir kavram değil. Aynı zamanda muhabirin de bağımsızlığını ve gördüğü, duyduğu, araştırıp bulduğu bilgileri hür iradesiyle, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan yazmasını içerir. Sahadaki bir muhabirin haberini nasıl yazması gerektiği konusunda siyaset kurumundan gelen bir “otosansür” tavsiyesi, bu açıdan sakıncalar yaratabilir.
Nitekim deprem bölgesindeki gelişmeleri izleyen gazetecilerin böyle bir otosansür uygulamak yerine vatandaşların sıkıntılarını haberleştirmelerinin yararı da görüldü. Başbakan Erdoğan’ın birkaç gün sonra “İlk 24 saatte bir başarısızlık oldu, kabul ediyoruz. Burada bir eksiğimiz oldu” demesi aslında bu haberlerin bir sonucuydu. Medya, eksikleri, yanlışları göstererek, sorgulayarak görevini yapmıştı.
Tabii deprem haberlerinde hiç yanlış yapılmadığını söylemek de mümkün değil. Ama ayrımcı söylemlerde bulunan medya mensuplarını en sert biçimde eleştirmek, acıyı paylaşmak için yayın akışlarını değiştirmek dahil olmak üzere medya genel olarak bu depremde kötü bir sınav vermedi.
Üzücü bir durum belki ama Türkiye’de medya, “felaket haberciliği” konusunda hayli deneyimli. Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ndeki “sarsıcı durumlar” ile ilgili ilke bu ortak deneyimi yansıtıyor: “Üzüntü, sıkıntı, tehlike, yıkım, felaket ya da şok halindeki insanlar söz konusu olduğunda gazetecinin olaya yaklaşımı ve araştırması insani olmalı ve gizliliklere uyularak duygu sömürüsünden kaçınılmalıdır.”
Ayrıca dünya medyası da “felaket haberciliği” konusunda geniş bir literatüre sahip. Avustralya Üniversitesi’nden Ian Richards, bir yazısında literatürde “Gazeteciler hayatta kalanların acılarına ne ölçüde müdahil olmalı? Sevdikleri öldüğü için derin acı duyan insanların fotoğrafını yayınlamak uygun mudur? Hayatta kalanlarla yapılan röportajların, onlar ve haberi yapan gazeteciler üzerinde yarattığı etkiler nelerdir?” sorularının üzerinde durulduğuna dikkat çekiyor ve bir soru daha ekliyor: “Gazeteciler durumun düzeltilmesine yardımcı olmak yerine engel mi olacaklar?”
Bence temel sorunsal bu. Bir felaketi izleyen gazeteci, durumun düzeltilmesine yardımcı olmaya özen göstermeli. Bu da insana dair kaygıları felaket haberlerinin odağına almayı gerektiriyor.
Cezaevindeki gazetecilere kartpostal GAZETECİLERE Özgürlük Platformu (GÖP), Kurban Bayramı öncesinde cezaevlerindeki gazetecilerle dayanışma amacıyla “kartpostal gönderme” kampanyası başlattı. 94 meslek örgütünün oluşturduğu GÖP, cezaevlerindeki 66 gazeteciye gönderilecek kartpostallara şu ifadelerden birinin yazılmasını öneriyor: “Basın özgürlüğü mücadelenizde sizinleyiz, iyi bayramlar. Herkes için basın özgürlüğü dileğiyle, iyi bayramlar. Özgürlük ve dayanışma duygularıyla, iyi bayramlar. Özgür bırakılmanız için mücadelemiz sürüyor, iyi bayramlar.”
Haberci senaryo yazarsa
PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan’ın İran’da yakalanıp yakalanmadığı yolunda oluşturulan muamma, habercilik konusunda örnek bir vaka haline geldi. İlk haberi TRT vermişti; “Murat Karayılan, İran’da yakalandı.” Bu
haber doğrulanmadı. Ertesi gün, 14 Ağustos’ta bu kez Anadolu Ajansı geçti aynı haberi. AA haberi, İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanı Brucerdi’nin “İran İstihbarat birimleri PKK’nın iki numaralı ismini yakalamıştır” açıklamasına dayandırdı. Brucerdi’nin sözünü ettiği “iki numaralı ismin” Karayılan olmadığı açığa çıkınca AA da haberini düzeltti. Hatta AA Genel Müdürü Kemal Öztürk’ün, “Gazetecilik olarak tek hatamız, Brucerdi’nin “ikinci adam” lafının yanına (Murat) Karayılan kelimesini eklemektir. Tahran temsilcimiz ve redaktörüne kınama cezası verilmesi disiplin kurulunda” sözleri de Hürriyet’te yayımlandı.
Sonra sanki bütün bu düzeltmeler, devlet yetkililerinin yalanlamaları olmamış gibi, bir gazetede “İran, Karayılan’ı tuttu bıraktı” başlıklı bir haber/yazı daha çıktı. Bu iddianın dayanağı, yazarının “ulaştığı bilgiler” idi ve üstelik yazarı da yazdığı bilgilerin doğruluğu konusundaki şüphelerini “Ulaştığım bilgiler kesin demiyorum. Belki doğruya en yakın senaryo da diyebilirsiniz” diyerek dile getiriyordu. Düpedüz bir senaryo yazmıştı yani!
Peki ne oldu? Yazanın bile “senaryo” olduğunu vurguladığı bu bilgiler üzerinden İran’ın Karayılan’ı nasıl yakaladığına dair yeni yorumlar yazıldı, yeni senaryolar üretildi. Öyle ki, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin bile ilk yaptıkları “Karayılan yakalandı” haberinin “doğru olduğunun yavaş yavaş ortaya çıktığını” söyleyebildi.
Genel Müdür’ün, habere kendisinin nasıl müdahale ettiğini anlatmasının garipliğini bir kenara bırakıyorum. Ama Şahin’in söylediği gibi doğrulanmış bir haber yoktu ortada. Zira senaryolar haberlerin kanıtı olamaz.
Bu senaryoları bitiren Türkiye’ye gelen İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi’nin “Karayılan hiçbir zaman İranlılar tarafından yakalanmadı” açıklaması oldu. Fakat bu açıklamanın ardından ne bir itiraz geldi, ne de bir düzeltme!
Peki bu sessizlik neye yol açtı? “Karayılan’ın İran tarafından yakalanıp bırakıldığı” konusunda oluşturulan şüphe bulutu olduğu gibi kaldı ortalarda. Kim bilir o yazılanlar hangi komplo teorilerine kaynaklık edecek ilerde...
Okurdan kısa kısa
Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın (Türk Dil Kurumu Başkanı): Cumhuriyet bayramı kutlamalarının iptal edilmesiyle ilgili haberde bir dil yanlışı gözüme ilişti. Haberde “Vatan ve Bağdat Caddesi’nde resmi geçit töreni olmayacak” deniyor. “Resmi geçit” zaten “geçit töreni” demek. “Resmi geçit olmayacak” veya “Geçit töreni olmayacak” demek gerekiyor.
Zafer Yüzücü: Yazılı ve görsel medyada, deprem veya afetlerde verilen ölü veya yaralı sayılarından “bilanço” ifadesiyle bahsetmek son derece yakışıksız ve basit kaçmaktadır. Bilanço, mali bir tablodur. Bu terimi insan hayatı için kullanmanın kesinlikle doğru olmadığını ifade etmek istiyorum.
Ender Bozanoğlu: Depremde yıkılan Gedikbulak İlköğretim Okulu ile ilgili haber faydalı ancak eksik olmuş. O okulun müteahhidi kim? İnşaat ruhsatında, yapı denetimde vs imzası olan kişiler kim? Bunlar araştırılıp yazılırsa belki yıllardır hasretle beklediğimiz bir “hesap sorma” dönemi başlar.
Sacit Renda: “Gül’e sürpriz telefon” başlıklı haberde, “Van’da gerçekleşen 7.2 şiddetindeki deprem” deniyor. “Gerçekleşme” sözcüğünün kullanılması hatalı. Sözlüğe de bakılırsa gerçek durumuna getirmek, yapmak, ortaya koymak olarak belirtiliyor. “Vuku bulan” ya da “meydana gelen” denebilirdi.
Selime Tekin: 28 Ağustos’ta “Miralay Reşat Bey’e saygı” haberinde tarih yanlıştı. Haberde, Miralay Reşat Bey’in, Büyük Taarruz emrinin ardından
Atatürk’e verdiği sözü yerine getiremediği için 26 Ağustos 1926’da intihar ettiği yazılmıştı. Bu tarih yanlış, Reşat Bey, 27 Ağustos 1922’de intihar etmişti.