Ben hareketli tatili daha çok seviyorum. Yollar beni yormuyor, aksine dinçleştiriyor. Size bu hafta İstanbul’dan başlayıp, Hopa’da biten yolculuğumu anlatacağım. Yani Karadenizlilerin dediği gibi “yali yali” gittiğim yollarda gördüklerimi, yediklerimi sizlerle paylaşacağım.
Uzun yolculuk, bir yaz sabahı, kuşluk vaktinde İstanbul’dan başladı. Otoyol bitene kadar kayda değer bir görüntü gözüme çarpmadı. Gerede çıkışından otoyoldan ayrıldım. Hedefimde Amasya vardı. Normal karayoluna çıkınca hızım azaldı ama otoyolun tekdüze görüntüsü kayboldu. Çevredeki manzara canlı bir tabloya dönüştü. Yol kenarları çeşitli renklere boyandı.
NEREYE GİTMELİ Tarihi adanın opera festivali bugün açılıyor 3 ODASIYLA HİZMET ŞİLE BEZ FESTİVALİ OTEL GİBİ YAŞLIEVİ 30 YAŞINDAN KÜÇÜKLERE İNDİRİM 30 yaşından küçüklere yüzde 30 indirim DOĞAL GÜZELLİKTE TATİL NECEF SEFERLERİ BAŞLADI THY’nin Necef seferleri başladı |
ŞEHZADELER KENTİ
Irmağa olta sarkıtıp, balık bekleyenleri seyrettikten sonra ara sokaklara dalıp, tarihin izlerini aradım. Amasya’nın diğer bir adının da “Şehzadeler Kenti” olduğunu biliyordum. Tahta çıkmadan önce burada “yönetim stajı” yapan şehzadelerin adları aklımda kalanlarını sıraladım: Birinci Beyazıt, Çelebi Mehmet, Şehzade Murat, Ahmet Çelebi, Fatih Sultan Mehmet, İkinci Beyazıt, Sultan Üçüncü Murat... Kentin süsleri olan camileri, mescitleri, türbeleri, hamamları, medreseleri o günleri düşleyerek dolaştım. İki yanında duvar gibi yükselen dağların arasına sıkışmış bu kentin geçmişindeki medeniyetleri sıralamaya çalıştım: Hititliler, Frigler, Kimmerler, Lydialılar, Persler, Selçuklular, Osmanlılar...
Geçmişe dalmış yürürken, kendimi birden ana caddede, kalabalıkların, biçimsiz apartmanların, klakson seslerinin arasında buldum. Yeni Amasya’nın gürültüsünden kaçabilmek için, Çakallı Tepesi’ne doğru tırmanmaya başladım. Kentin tümünü görebildiğim bir noktada durup, ona bütün isimleri ile seslendim: Amasaa, Amis, Amesia, Amazis, Amazus, Amasa, Amisia... Yurt Ansiklopedisi’nden aldığım notlara bakınca, kentin adının, savaşçı kadınlar Amesitler’den (Amazonlar) alındığını gördüm. İslam Ansiklopedisi’nde ise Amasya adının Helenistik dönemden kaldığı konusundaki öne sürümü hatırladım.
STRABON NE YAZDI?
Daha sonra Strabon’un, “Coğrafya Kitabı”nın sayfalarını karıştırmaya başladım.
Antik dünyayı karış karış dolaşan İlkçağ’ın ünlü gezgin-coğrafyacısı, bu kentte doğmuş ve Amasya’ya dönüp, 17 kitaptan oluşan “Geokraphika”yı yazmıştı. Strabon’un kendi kenti hakkında yazdıklarını merak ettim: “Benim kentim, içinden İris Nehri’nin (Yeşilırmak) aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. İnsan emeği ve doğa buraya hem kent hem de kale karakterini olağanüstü bir şekilde sağlamıştır. Bu topraklar ağaçlarla doludur. Bir kısmı da atlar için otlaktır. Kentin kurulmuş olduğu yerde, kıyıda bir duvar ve her iki tarafta sivri tepelere doğru uzanan duvarlar vardır. Bu alan içinde kralların hem sarayları hem de anıt mezarları bulunur. Amaseialılar’ın memleketlerinin üst tarafında Phazemonitis sıcak su kaynakları bulunur ki bunlar sağlık için çok iyidir.”
Amasya o kadar önemli bir kenttir ki, gezginler yollarını mutlaka buraya düşürürlerdi. Bunlardan biri de ünlü Fransız arkeolog Charles Texier’di. Fransız bilim adamı “Küçük Asya” adlı kitabında 1800’lü yılların Amasya’sı hakkında şunları yazmıştı: “Amasya şehri, yalnız eski eserleriyle ünlü olmayıp, sürekli olarak bir hükümdarlık merkezi olma önemine sahiptir. Arap mimari tarzındaki eserlere bakılırsa, orta çağda da gelişmiş bir yer olduğu görülür. Bununla beraber şimdiki şehir, eski parlaklığa yakın derecede bir gelişmişlik sergilemez. Sokakları dar ve kaldırımları eksiktir. Halkı şehirden çok, yazlıklarında ve civar tepelerin etrafındaki bahçelerinde ikamet ederler...”
ŞANSLI GEZGİNLER
Kafamda okuduklarımdan kalan bilgi kırıntıları, ayaklarımın altında akıp giden Yeşilırmak (İris ismi daha mı güzel yoksa), vadinin iki ucundaki ovalar, dünkü bugünkü Amasya derken dalıp gittim. Eski kale, kral mezarları, verimli vadi, ırmak, tarihi eserler, Ferhat adlı su kanalı, dik yamaçlı dağlar eski gezginlerin anlattığı gibi yerli yerinde duruyordu. Yani onların yazdıklarına ekleyecek bir şey yoktu. Bana da bugünün apartmanlarını, caddelerin kalabalığını, düzensiz büyümeyi, ırmak kıyısında balık tutanları anlatmak kalmıştı. Bu yüzden eski gezginleri kıskandım.
Ertesi gün Sarp Kapısı’na kadar tüm Karadeniz’i geçmem lazımdı. Otelime gidip, Amasya’yı düşünerek uykuya daldım.
SAMSUN’DAN AŞAĞI, GİDERİM YALİ YALİ
Sabah erkenden yola çıktığımda yağmur atıştırıyordu. Kavşaktan Samsun istikamine döndüm. Kıvrıla kıvrıla giden bir yoldu. İstanbul’da solmaya başlayan papatyalar, burada yeni yeni boy göstermeye başlamıştı. “Bu yol ne zaman bitecek” derken karşıma Samsun çıktı.
Amazon denen kadın savaşçıların yaşadığı Samsun bölgesi, gururlu bir geçmişe sahipti. Krallar bu kente sahip olabilmek için oluk oluk kan dökmüştü. Strabon kentin bilginlerini şöyle sıralanmıştı: “Rhathenos’un oğlu Demetrios, matematikçi Dionysodoros, öğrencisi olduğum gramerci Tyrannion.” En önemlisi de Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımlarını burada atmıştı. Samsun aslında öyle bir solukta gelinip geçilecek bir kent değildi.
DAĞLARI DELEN EVLER
Çarşamba’yı, Terme’yi geçip Karadeniz sahiline çıkınca, yol çok güzel görüntüler sunmaya başladı. Solumda sahili köpük köpük beyaza boyayan koca Karadeniz, sağımda yeşilin her türlüsüyle kaplı tarlalar, tepeler. Ünye, Fatsa derken görünüm iyiden iyiye büyülemeye başladı. Bulduğum her genişlikte durup fotoğraf çektim. Zümrüt yeşili dağlar, Karadeniz manzaralı evlerle dolmaya başladı. Yapılanlar yörenin ünlü yayla evlerine benzese bir itirazım olmayacaktı. Hatta oralarda oturamadığım için, sahiplerini kıskanacaktım. Ama bunlar, her biri 5-6 katlı ucube apartman bozuntularıydı. Tuğlanın üstüne sıva bile vurulmamıştı. Yine de yeşili bozmaya, çirkinleştirmeye güçleri (şimdilik) yetmemişti.
Ordu ile birlikte dağ taş fındık ağaçlarına büründü. Hemen arabanın disk çalarına, Mahsun Kırmızıgül’ün “Yüzyılın Türküleri” CD’sini koyup, “Ordu’nun Dereleri”ni dinlemeye başladım. Yanıma bu albümün yanı sıra, bariton Ufuk Karakoç ile saz ustası Hacı Taşan’ın da türkü derlemelerini, Mercan Dede’nin “Seyahatnamesi”ni almıştım. Geçtiğim yere ait türkü varsa hemen onu çalıyordum.
Defterimi karıştırıp, Ordu’nun antik dönemine ait notları buldum: “Kotyora adındaki bu Rum şehri, Ksenofon zamanında oldukça önemli bir iskeleydi. On Binler Ordusu bu iskeleden gemilere binerek Ereğli’ye gitti.” Çevrede öylesine çok fındık ağacı vardı ki, bunların tüm dünyaya yeteceğini düşündüm. Fındıklar tüm Karadeniz boyunca görüntüden çıkmadı.
Gülyalı, Piraziz, Bulancak... Dünya güzeli yeşil kasabalardı. Yalnız aşırı yağmurdan dereler çamur çamur akıyordu. Nihayet Giresun göründü. Kirazın anavatanı bu kentte şimdilerde ara ki kirazı bulasın. Fındık, güzelim kirazı silmiş süpürmüştü.
Bir çok kaynak kitapta kentin antik çağdaki adının Cerasus veya Kerasos olduğu belirtilir. Ama Evliya Çelebi’nin anlatımına göre bu adın konmasının öyküsü şöyledir: “Fatih Sultan Mehmet kale fethedilirken Musahip Mahmud Paşa’ya, ‘Bu gece kale altına giresun’ diye ferman edince, kaleye metrise girip fethettiğinden dolayı Giresun denmiştir.”
Vakfıkebir’de fırınlar yol kenarına sıra sıra dizilmişti. Vitrinlerinde sergilenen ekmeklerin öylesine tahrik edici bir görüntüsü vardı ki, dayanamadım, koca bir ekmeği bagaja yerleştirdim.
Oy Trabzon Trabzon
Trabzon’u görünce içimi yolun sonuna yaklaşmanın sevinci kapladı. İtiraf etmesem de yorulmaya başlamıştım. Omuzlarıma hafif bir sızı oturmuştu. Karadeniz’in antik çağdan bu yana paylaşılamayan bu gözde kentinde de bilgi ikilemine düştüm. Kaynaklar kentin antik çağdaki adına “Trapesuz” diyordu. Halbuki Evliya Çelebi’nin savı başka türlüydü: “Fatih Sultan Mehmed Han 70 gün kuşatmadan sonra Rumların elinden aldı. Su ve havasının güzelliğinden hazederek adına Tarb-ı Etzun dedi. Doğrusu eğlence yeridir. Bir adı da Batumzir (Aşağı Batum) diğeri Lezki şehridir. Bazıları Tarb-ı Efsun der. Amma halk Trabzon der.”
Çelebi kent hakkında şu bilgileri de vermişti: “Bütün halkı eğlence ve gezinti ehlidir. İşrete meyilli, gamsız, kayıtsız, zarif, sadık, aşık kimseler olduklarından yüzlerinin rengi kırmızıdır. Kadınları Abaza, Gürcü, Çerkes güzelleri olduğundan, güzel kız ve yakışıklı delikanlıları olur ki her biri sanki birer ay parçasıdır.” Trabzon’u her gelişimde biraz daha gelişmiş, güzelleşmiş bulurum. Bu kez de öyle oldu. Yorulduğum için daha önce gördüğüm Sümela Manastırı’na giden yola sapmadım (Ama siz sakın ihmal etmeyin.) Sahilde oturup, köpüre köpüre sahile vuran Karadeniz’i seyrederek çay içtim.
DERELER DELİRMİŞ
Sürmene’nin bıçaklarının ününü, uzun süreden beri biliyordum. Bir dükkanın önünde durup bıçaklar hakkında sohbet ettim, küçük bir çakıyla büyükçe bir ekmek bıçağı satın aldım. Otomobile dönerken bir lokantanın vitrininde gözüme ilişen yazıyı okuyunca gülmeden geçemedim: “Hamsi ve balık bulunur!..”
Of’tan Çaykara’ya doğru saptım. Niyetim yıllar önce gördüğüm ve aşık olduğum Uzungöl’e gitmekti. Dereyi soluma alıp tırmanmaya başladım. Derme çatma köprülerin fotoğrafını çektim. Kıvrıla kıvrıla tırmanıp, Uzungöl’e vardım. Gölü görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Gençlik aşkım, eski güzelliğini yitirmişti. İçimden fotoğraf çekmek bile gelmedi. Birkaç kare görüntü ile yetindim. Gerisin geri sahile inip, soluğu Rize’de aldım. Aslında Ayder Yaylası’nda bir Kuspuni’de (mısır kurutulan kulübe) kalmaya niyetlenmiştim ama bu isteğimi gerçekleştiremedim. Denizin kıyısındaki odamın balkonundan, hem Karadeniz hem çay tarlaları ile kaplı tepeler görünüyordu. Karadeniz burada nedense suspus olmuş, süt limana dönmüştü.
LAZİSTAN SANCAĞI
Tepede yeşilliklerin arasındaki beyaz evleri görünce not defterimi karıştırıp, Abdülhak Hamid’in 1881 Martı’nda yazdıklarını buldum: “Trabzon’dan ayrıldıktan sonra Lazistan sancağının merkezi Rize’ye gelindi. Önü geniş deniz ve arkası Kafkas Dağları’na benzeyen doruklar ak sıra dağlardır ki, kara kuşun yuva yapmak isteyeceği yerlerden sayılsa yeridir. Evler kıyıdan tepelere kadar dağınık ve sayısız ağaçlar içinde doğanın kayrası gibi serpilmiş bir halde durur. Renkleri ise hep ak olduğundan o sayısız ağaçlıkların arasından dışarıdan kışın bakılırsa kar yağmış, yazın bakılırsa çiçekler açmış denilir.”
Bardağa viskimi doldurup, yeşil dağlarla mavi denizi gözlerime meze yaptım. Balıkçılar ağlarını serpmiş kısmetlerini bekliyordu. Ağaçların arasındaki ak evlerin pencerelerini ise akşam güneşi altına çevirmişti.
Yemekte mıhlamayla yetindim.