Suçlanan polis şefleri ve onları destekleyen kesimlerden habere tepki geldi. Bugün gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak da bu haberi eleştirdi, yazısını da “Herhalde Hürriyet Ombudsmanı Faruk Bildirici konuya açıklık getirecektir” diye noktaladı.
Ben de bu çağrıya uyarak haberi ve ilgili mevzuatı inceledim. Haberi hazırlayan ve insan hakları alanındaki çalışmalarıyla tanınan İsmail Saymaz ile de görüştüm.
Ilıcak’ın habere yönelik temel eleştirisi, “haberde adli dinlemeler ile istihbari dinlemelerin karıştırıldığı”, “önleme amaçlı istihbari dinlemelerin bir soruşturma olmadan” yapılabildiği yönünde...
Adli ve istihbari dinleme/izlemelerin farklı olduğu konusunda Ilıcak haklı; ama bu fark, kendisinin vurguladığı gibi “istihbari dinlemelerin soruşturma olmadan yapılabileceği” anlamına gelmiyor. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun 5397 sayılı Kanun’la düzenlenen ve “İstihbari izlemeler” ile ilgili Ek 7. maddesinin dördüncü fıkrasına. Ki, haberde belirtilen mahkeme kararı da bu maddeye dayanarak alınmış. Aynen şöyle yazıyor orada:
“Kararda ve yazılı emirde, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının türü, kullandığı telefon numaraları veya iletişim bağlantısını tespite imkân veren kodundan belirlenebilenler ile tedbirin türü, kapsamı ve süresi ile tedbire başvurulmasını gerektiren nedenler belirtilir.”
Açıklamam gerekirse, yasa maddesi “istihbari faaliyetlerde” polise bir soruşturma konusu olmadan iletişimin izlenmesi yetkisi vermiyor; tam tersine istihbari faaliyetlerde de iletişimi tespit edilecek, izlenecek kişilerin isimlerinin açık olarak yazılmasını öngörüyor. Bu da Saymaz’ın haberindeki “soruşturma konusu olmadan izleme yetkisi verilmesinin yanlış olduğu” tespiti ve eleştirisinin yerinde olduğunu kanıtlıyor.
Bir an için yasayı, oradaki sınırlamaları unutalım, olmadığını varsayalım. Bir gazeteci, polisin hiçbir somut kanıt göstermeden, hiçbir isim vermeden, hatta soruşturma açmadan beş kentteki bütün insanların elektronik postalarını izleme yetkisi almasını savunabilir mi? Bir yargı kararı bile olsa, suçla hiçbir ilişkisi olmayan insanların iletişim özgürlüğünün ihlal edilmesini meşru kılar mı?
Bence hayır. Demokrasilerde özgürlük asıl, sınırlama istisnadır. Özgürlük güvenlik dengesinde ağırlık güvenlikten yana olursa orada ipin ucunun kaçması kaçınılmaz olur. Nitekim bu haberde keyfi uygulamalara dair ipuçları yer alıyor.
Bu keyfilikte polis şeflerinin, kimi yargıçların ve de hükümetin ortak sorumlulukları olabilir. Gazeteci bir yanlışı yazmakla o sorumlular arasında taraf tutmuş olmaz ki...
MİT ve Jandarma da mı?
“MİT ve Jandarma’nın da genel e-posta ve internet takibi yaptığı; ama haberde bu bilgiye yer verilmediği” eleştirileri de yöneltildi habere. Haberde belirtilen mahkeme kararını talep eden eski İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan da bu eleştiriyi dile getirenlerden biriydi. Demirhan avukatı Hüseyin Ataol aracılığıyla yaptığı açıklamada “Bu bize ait bir özel uygulama değildir. Aynı uygulama mahkeme kararıyla diğer istihbarat birimleri olan MİT ve Jandarma’nın da yaptığı bir çalışmadır” görüşüne yer verdi. Bu eleştiriye İsmail Saymaz, şu yanıtı verdi:
“Emniyet’in 2009’daki talebi üzerine verilen mahkeme kararı, polis başmüfettişlerinin İstanbul Emniyeti’nde yasadışı dinleme yaptıklarına ilişkin ek klasörlerde yer almaktaydı. Haberde bunu aktardık. Ama MİT ve Jandarma’nın da aynı yöntemle e-postaları takip ettiğine dair bir belge elimizde bulunmuyor. Bulunduğu takdirde yazdığımız skandalın daha yaygın ve kurumsal olduğu ortaya çıkacak.”
Gerçekten Saymaz’ın elindeki mahkeme kararında MİT ve jandarmaya da yetki veriliyor olsaydı ve bunu yazmasaydı, bu eleştiriler haklı diyebilirdim. Elindeki belgede MİT ve Jandarma’dan bahsedilmiyorsa nasıl yazsın? Yazamaz. Ama şimdi bu iddialar ortaya çıktığına göre, Saymaz ve Hürriyet’e düşen, MİT ve Jandarma’nın benzer uygulama içine girip girmediğini araştırmaktır.
Elbette aynı görev bu haberi eleştiren ve eksik bulan gazetecilere de düşüyor; onlar da o konudaki belgeleri bulup yazmalılar... Tabii amaç gerçeği tüm boyutlarıyla insanlara duyurmak ise...
İçerik de izlenmiş
Aslında haber, eleştirilerle doğrulandı. Halen tutuklu olan polis şefi Erol Demirhan avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada, “internet trafiğinin izlenmesiyle ilgili bilgi toplanmasının halen bütün Türkiye’de yapılan rutin bir uygulama olduğunu” savundu. “Türkiye yedi bölgeye bölündü; bölgelerdeki mahkemelerden bu tür kararlar alınıyor ve uygulanıyor” diyerek, haberdeki uygulamayı doğrulamış, hatta ne denli yaygın olduğunu açıklamış oldu.
Demirhan, haberdeki bir bilgiyi yalanladı. “Kişiler arası telefon, e-posta görüşmesi, internette girilen sayfanın dökümü, sayfa içerisinde var ise girilen formlar ve benzer bilgilerin içeriklerine ulaşılmadığı”nı savundu.
Oysa Saymaz’ın haberde kullandığı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 16 Ekim 2009 tarihli kararı çok açık. O kararda “Yurtdışı e-posta sağlayıcı şirketleri abonelerinin, IP ve URL adreslerinin iletişimin içeriği ve içerik dışında kalan sinyal bilgileri ile ülkemizdeki internet servis sağlayıcılarından, abone bilgilerinin online olarak polise verilmesi”nden söz ediliyor. Demek ki polis, beş kentteki bütün elektronik haberleşmenin içeriği ve kimlik bilgilerini takip yetkisi almış. Elbette bu yetkiyi almaları, 16.5 milyon insanın tümünün haberleşmesinin takip edildiği anlamına gelmez. Fakat kendilerince gerekli gördükleri herkesi, hiçbir denetime takılmadan izledikleri sonucu çıkar buradan. Ki bu da manşete taşınacak kadar vahim bir durumdur...
Habere yönelik tek eleştirim, karşı tarafın görüşüne başvurulmamış olması. Hadi haber hazırlanırken buna imkân olmadı diyelim, ertesi gün Demirhan’ın açıklaması yayımlanabilirdi. Hem böylece fikri takip de yapılmış olurdu.
Boşanma haberinde kadın
BİR boşanma davası haberinde iki ayrı sayfadaki başlık birbirine 180 derece zıt olabilir mi? Evet, şaşırtıcı ama olabiliyormuş. Bir Türk kadın ile İspanyol kocasının boşanma davasında birbirleri aleyhine öne sürdükleri iddialara ilişkin habere, birinci sayfada “İspanyol kocanın kıskançlık davası” başlığı atılmıştı.
Aynı haberin üçüncü sayfadaki başlığı ise “Aile içi şirret” idi. İlk sayfadaki serinkanlı yaklaşımın tersine üçüncü sayfada erkeğin sözleri esas alınarak kadın suçlanıyordu.
12 Ağustos’ta yayımlanan bu haber başlığına, Hürriyetin “Aile İçi Şiddete Son” kampanyasının sorumlusu olan Kurumsal İletişim Koordinatörü Emel Armutçu’dan eleştiri geldi:
“‘Aile içi şirret’ başlığıyla ilgili ciddi sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. 1- Bugüne kadar binlerce aile içi şiddet/cinayet haberi geçti bu sayfalardan, bir tanesinde ‘kötü’ koca yoktu başlıkta. Daha çok cinnet, iflas, kıskançlık, çılgınlıktı onlar. 40 yılda 1 ‘iddia’ bir kadına yöneldi, kadın anında şirret oldu. 2- Sadece bir kişinin iddialarına dayanarak başka bir kişiyi yargılayıp şirret olarak mahkûm etmek yayın ilkelerimize ne kadar uygun? 3- Şirret nedir, bir haber dili midir? 4- 10 yıldır yürüttüğümüz ‘Aile İçi Şiddete Son’ kampanyamızın markalaşmış adını bu şekilde ve alaycı olarak kullanmak doğru mudur?”
Ne yazık ki, Armutçu haklı eleştirisinde. Boşanma haberlerinde daha adil davranmak hatta kadınlar için pozitif ayrımcılık yapmak zorunlu.