Hakka’l-yakīn Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçmektedir. Bunlardan birinde, başta Kur’an olmak üzere İslâmî gerçekleri yalanlayıp haktan sapanların cehenneme atılacağı belirtilirken kullanılmakta ve “meydana gelmesi kesin olan bir hususun fiilen gerçekleşmesi” mânasına gelmektedir (el-Vâkıa 56/95). Diğerinde ise Kur’an’ı yalanlayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (el-Hâkka 69/51). Hakka’l-yakīn tabirinin hadislerde mevcudiyeti tesbit edilememiştir.
HAKKAL YAKİN ÜÇ KATEGORİDEN BİRİSİDİR
İslâm düşünce tarihinde doğru bilginin kesinlik dereceleri ilme’l-yakīn, ayne’l-yakīn ve hakka’l-yakīn olmak üzere üç kategoride toplanmıştır. İlme’l-yakīn aklî veya naklî delil ile, ayne’l-yakīn duyu yoluyla elde edilen bilgiyi, hakka’l-yakīn ise iç duyu veya iç tecrübe vasıtasıyla insanda meydana gelen en kesin bilgiyi ifade eder. Kur’an’da kâfirlerin cehenneme gireceğine dair verilen haberler vasıtasıyla elde edilen bilgi ilme’l-yakīne, onların cehennemi görerek bilgilenmeleri ayne’l-yakīne, oraya girip azabı bizzat tatmalarıyla hâsıl olan sonuç ise hakka’l-yakīne örnek olarak zikredilir. Ayrıca insanın, Allah’ın yaratıkları öldürdükten sonra diriltmeye kādir olduğuna ilişkin aklî ve naklî bilgisi ilme’l-yakīn, Hz. İbrâhim’in, eliyle parçalayıp ayrı ayrı tepelere koyduğu kuşların diriltildiğini müşahede etmesiyle (el-Bakara 2/260) edindiği bilgi ayne’l-yakīn, Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini merak eden bir müminin O’nun tarafından öldürülüp diriltilmesiyle ulaştığı bilgi de (el-Bakara 2/259) hakka’l-yakīndir.
Bazı müellifler, hakka’l-yakīni “hem delile hem de gözleme dayanılarak elde edilen bilgi” şeklinde açıklamışlarsa da (bk. Cemîl Salîbâ, II, 589) bu telakki İslâm düşünce tarihinde bilginin dereceleri hakkında yapılan tasnife uygun düşmemektedir.
Nitekim Elmalılı Muhammed Hamdi hakka’l-yakīni “ilm ü iyândan geçip bilfiil içinde yaşanılan hakikat” diye tarif etmiş, onu yakīnin en son derecesi ve kesin bilginin varılabilecek daha ileri bir merhalesi bulunmayan son noktası olarak değerlendirmiştir (Hak Dini, VII, 4726). Buna göre hakka’l-yakīnin bizzat yaşanıp idrak edilen bilgi şeklinde anlaşılması mümkündür. Bu tür bir bilgi bütün şüpheleri ortadan kaldırır ve bilginin konusuna ait gerçeklik açısından insanı itminana kavuşturur. Zira yakīnî bilgi gerçeğin dışında bir ihtimal taşımaz.
Hak ile yakīn kavramları aynı mânaya geldiğinden hakkın yakīne izâfeti gerçekliği pekiştirerek ifade eder. İzmirli İsmail Hakkı da hakka’l-yakīni kişinin bizzat içinde duyup yaşadığı bir bilgi kabul eder ve onu insanı gerçeğe tam anlamıyla muttali kılan yegâne vasıta olarak görür. İzmirli, hakikatin bilinemeyeceğini savunan eski septiklerin bile hakka’l-yakīn yoluyla edinilen bilgiyi inkâr edemediklerini belirterek bu tür bilginin kesinliği hakkında filozoflar arasında bir ihtilâfın bulunmadığını ve modern psikoloji ile felsefenin bunu teyit ettiğini söylemiş, ayrıca, “Hakka’l-yakīn yoluyla elde edilen bilginin ötesinde daha kesin bir bilgi yoktur” önermesinde İslâm düşünürleriyle Batılı filozofların görüş birliği içinde olduklarını belirtmiştir (Yeni İlm-i Kelâm, I, 68-70).
SUFİLERE GÖRE HAKKAL YAKİN NEDİR?
Sûfîlere göre hakka’l-yakīn, kulun Allah’ta fâni olması ve O’nunla yalnız ilmen değil hem ilim hem müşâhede hem de hal itibariyle bekā bulmasıdır. Kuşeyrî, hakka’l-yakīni iç müşâhede yoluyla elde edilen apaçık bilgi olarak kabul etmiş ve onun mârifet ehline mahsus olduğunu belirterek bu mertebeye ulaşanlara “havâssü’l-havâs”, yaptıkları ibadetlere de kulluğun en ileri derecesi anlamında “ubûdet” adını vermiştir (er-Risâle, I, 266).
Hücvîrî de hakka’l-yakīnin keşif ve müşâhede ile hâsıl olacağını ifade ederek bu mertebeye ulaşanların bütün varlıklardan yüz çevireceğini söylemiştir (Keşfü’l-maḥcûb, s. 626). Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre ise hakka’l-yakīn müşâhededen sonra ulûhiyyeti zâta nisbet etmektedir. Nefsini müşâhede eden kişi rabbini de müşâhede etmiş olur ve ayne’l-yakīne ulaşır, bu kişi kabre girince hakka’l-yakīne erer (el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, s. 1251-1252). Bazı sûfîlerce ilme’l-yakīn şeriatın zâhiri, ayne’l-yakīn şeriatta ihlâs, hakka’l-yakīn ise müşâhede yoluyla şeriatın iç yüzüne vâkıf olmak diye anlaşılmıştır.