MEHMET YAŞİN
AMASRA
Paylaşılamayan cennet
“Lala, çesm-i cihan bu mudur ola..?”
Sandığınız gibi, yabancı bir cümle ile yazıma başlamadım. Fatih Sultan Mehmet, 1460 Ekimi’nde, Amasra Yarımadası’nın ve kalenin göründüğü Bakacak Tepesi’ne gelince durur. Ayaklarının altındaki manzarayı hayran hayran seyrettikten sonra, yanındaki vezire bu soruyu yöneltir.
NEREYE GİTMELİ Voyage’da çocuklarla bayram Geçen yıl yenilenen ve hizmet kapsamını genişleten Bodrum Türkbükü’ndeki Voyage, Şeker Bayramı için eğlenceyi ön plana alan etkinlikler hazırladı. |
KORSAN KOYU GİDEROS
Bozköyaltı Plajı, bu denemelerim sırasında karşıma çıkan sahillerdendi. Nefis kumsalı olan plajın müşterileri, çoğunlukla çocuklardı. Oradan Çakraz Koyu, daha sonrada tekneleriyle ünlü Kurucaşile geldi. Sohbet ettiğim ustalardan biri, yörenin tekne yapımcılığında bu kadar ünlenmesinin nedenini şöyle açıkladı: “İşin sırrı bizde değil, kestane ağacında. Buralarda bu ağaçtan çok var. Temini kolay, nakliyesi kolay.”
Kurucaşile’den sonra civarın en güzel koyu Gideros’a doğru direksiyonu çevirdim. Tarihte korsanlara yataklık yapmış olan bu koyun sularına, ağaçların gölgesi vuruyordu. İlk bakışta bir gölü andıran koyun kıyısındaki lokantaya oturup, bir çay içtim.
Amasra’ya döndüğümde gün akşam olmak üzereydi. Çeşm-i Cihan Lokantası’nda, limanı gören bir masaya oturdum. Amasra’nın salatası çok meşhurdur. Lokantalar, salataya konulan ot sayısını artırmak için adeta birbirleriyle yarışır. Masaya önce bal gibi bir dilim kavun, yanına köy peyniri geldi. Arkasından “sandal salata” sökün etti. Arasıcak olarak, sırada kalamar ve midye tava vardı. Midyeyi her yerde yemeye çekinirim. Ama buranın pırıl pırıl sularından çıkan midyeye, soru işareti koymak istemedim. Ardından yarım tava iskorpit, yarım tava da barbunya geldi.
BALIKLAR YAĞDA KIZARIYOR
Yeri gelmişken belirtmekte yarar var. Amasra’da ızgara balık yok. Bütün balıklar tavada pişiyordu. İşte maharet burada başlıyordu. Yoksa bütün restoranların balığı tazeydi. Kim balığı tavadaki kızgın yağdan zamanında çıkartmayı becerirse, müşteriyi o kapıyordu. Bir de balığı ısmarlarken tava sayısında dikkatli olmanız gerekiyordu. Çünkü “bir tava”, 3-4 kişiye yetecek ölçüydü. Bu konuda garsona danışmakta yarar var. En arkadan gelen, üstü cevizle kaplı ballı torba yoğurdu, sanki balığın tazeliğinin bir kanıtı gibiydi.
Amasra’da deniz isterseniz en temizi, doğa isterseniz en yeşili, tarih isterseniz, ondan bol başka bir şey yoktu. Ara sokakları da ihmal etmedim. Özellikle kale kapısından girip, tepelere doğru tırmanan sokakları. Oralarda kasabanın eskisini ve yenisini bir arada görmeniz mümkün. Bir de fotoğrafa meraklıysanız, işte size üç adres: Boztepe, Bakacak ve Grup Tepeleri. Eğer havada pus yoksa, Amasra’yı en iyi buralardan görüntüleyebilirsiniz. Ben orada kaldığım sürece pus Amasra’nın üstüne oturdu kaldı. Tüm bu tepelere çıktığım halde, ilçenin kuşbakışı bir fotoğrafını çekemedim. Hâlâ buna yanıyorum.
Amasra eylülde bir başka güzel olur. Bayram tatilini bahane edip bu güzel coğrafyaya giderseniz, gözünüz yeşille, mideniz de lezzetli balıklarla dolacaktır.
DATÇA
Mekanım mavi olsun
Otomobil kullanmayı seviyorsanız, size bu bayramda keyifli bir yolculuk önereceğim. İster kendi aracınızla, ister kiralayacağınız arabayla Datça’ya doğru uzanmak, bu kısa tatilde yaşam akünüzü şarj etmeniz için yeterli olacaktır.
Antik çağ yazarlarının benzetmesiyle: “Uzaklardan fırlatılmış bir kargının denize yarı batmış ucu”na gidip, nispeten daha sakin koylarda denizin keyfini çıkarabilir, balığın en lezzetlilerini yiyebilirsiniz. Ben geçen bayram öyle yapmıştım.
Datça’ya ilk gidişim değildi. Marmaris’e, Bördübed civarına ne zaman gitsem yarımadaya mutlaka günü birlik bir “merhaba” derdim. Uzun yıllar önce Datça’ya sabah gidip akşam dönmek öyle kolay iş değildi. Zirvelere döne döne çıkan, sonra yine döne döne inen, uçurumlarla arkadaş olan, kuşlara kuşbakışı bakan bu yol bitmek bilmezdi. Datçalılar yolun zorluğunu anlatabilmek için, “Balıkaşıran’dan bu yana akıllı adam geçmez” derlerdi. Yol her geçen gün biraz daha genişledi. Daha insafa geldi. Yolcuları daha az korkutur oldu. Ama o muhteşem manzarası hep aynı kaldı.
Bu kez Datça’da birkaç gün kalmaya niyetliydim. Belki de daha fazla. Gezgin’in sağı solu belli mi olur. Bir turkuvaz koya aşık olur, damla damla keşfetmeye koyulabilirdim tüm Datça’yı. Gonca gonca koklar, belki de Datçalı olurdum. Tıpkı Datça’yı mekan tutan şair Can Yücel gibi: “Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım / Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş / Gocadağ / Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya / Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı.”
Coğrafyacı Strabon’un dediğine göre, Tanrı uzun ömürlü olmasını istediği kullarını bu yarımadaya bırakırmış. Bu güzellikleri gördükten, çam kokulu havayla ciğerlerimi yıkadıktan sonra Strabon’a hak verdim. Reşadiye köyüne sapıp kalacağım oteli buldum. Püfür püfür esen bahçede, bir gölgeliğe sığınıp, buz gibi limonatayı içerek onca yolun yorgunluğundan sıyrılmaya çalıştım.
DATÇA’NIN SESLERİ
Ertesi gün, sabah rüzgarının taşıdığı sesler ve kokularla erkenden uyandım. Yan sokakta bir eşek anırıyordu. Biraz ileride ise bir inek böğürerek ona eşlik ediyordu. Tavuğun acı acı gıdakladığına bakılırsa folluğa yumurtayı yeni bırakmıştı. Pencereme uzanan nar ağacında öten kuşun ise kızıl kirazkuşu mu, yoksa karaboğazlı ötleğen mi olduğunu çıkaramadım. Ağustos böcekleri sabahın erkeninde cızırdamaya başlamıştı. Bildiğim ama yıl boyu duymadığım seslerdi. Hepsine birden “günaydın” deyip güne başladım.
Niyetim ilk gün koyları karadan keşfetmekti. Önce Datça’ya gittim. Yolun iki yanına restoranlar, kahveler, büfeler, hediyelik eşya satan dükkanlar sıralanmıştı. Kepengi erken açan esnaftan kimi kapısının önünü süpürüyor, kimi vitrinini düzenliyordu. Biraz sonra sökün edecek müşteriler için hazırlık yapılıyordu.
Oradan limana geçtim. Gezi tekneleri kıçtan kara olmuş bekleşiyorlardı. Tekne kaptanları da masa başlarında tavla partisine oturmuş, mars peşinde koşturuyorlardı. Onları zarlarıyla baş başa bırakıp, Eski Datça’nın yolunu tuttum. Köyün girişindeki boş meydana park edip, önce Can Yücel’in meyhane-kahvesini ziyaret ettim. Yarım kalmış şarap şişesine, duvarlardaki imzalara, çerçevelenmiş gazete sayfalarına baktım.
DANTELE GİBİ KIYILAR
Daha Knidos yönüne sapıp, badem, kızılçam, meşe, kocayemiş, pembe beyaz açmış zakkumların, erguvanların, tespih ağaçlarının süslediği yeşillikli yoldan tırmanmaya başladım. Mesudiye yazan yerden girdim. Virajı dönmemle birlikte çivit mavisi denizle çarpıştım. Aşağılarda dayanılmaz bir manzara sere serpe duruyordu. Canım kuş olup, denize doğru süzülmek istedi. Döne döne inip, Hayıt Bükü’nde bir kahvenin gölgesine sığındım. Her derde deva narpız çayından söyledim. Bu sanki üç bitkiydi. Çünkü bardağın içinden aynı anda nane, kekik ve adaçayı kokusu yükseliyordu. Soluklandıktan sonra kıyıda “denize sıfır” pansiyonları gezip, kıyı yolunun tarifini aldım. Kıyı kıyı mavi yolculuğa başlamadan önce Gabaklar Koyu’nda serin sularla kucaklaştım.
Datça Yarımadası’nın kıyıları dantele gibi kırım kıvrımdı. Belediyenin yayınladığı tanıtım kitapçığında yarımadanın iki yakasında tamı tamına 52 koy olduğu yazıyordu. Bazıları şöyle sıralamıştı: Ege’ye bakan tarafta Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala ve İskandil, Akdeniz’e bakan tarafta ise Palamut Bükü, Akvaryum, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek, Lindos...
Pencereleri açıp kıyı kıyı gittim. Otomobilin içini bir yandan deniz kokusu, bir yandan onlarca çeşit kekik, adaçayı, narpız, biberiye, sumak kokuları doldurdu. Datça’nın tahrik eden parfümü aklımı başımdan aldı. O bük senin, bu bük benim derken sonunda dillere destan Palamut Bükü’ne ulaştım. Beyaz çakıllarla kaplı kıyıda restoranlar, kahveler sıralanmıştı. Hepsinde Datça’nın konuklarını en iyi şekilde ağırlayabilme telaşı vardı. Her dükkan kendi sahiline şezlonglar, şemsiyeler yerleştirmişti. İsteyen bir çay parasına, isteyen hiçbir şey ödemeden bunlardan yararlanabiliyordu. Gabaklar Koyu’nda ıslattığım mayom henüz kurumamıştı. Kendimi açık yeşilden laciverte doğru uzanan suların kucağına terk ettim. Bu muhteşem denizi kulaçlarımla kucakladım.
Datça’da kaldığım süre içinde her gün bir koyun keyfini çıkardım. Bayram tatilinde bu geziyi size de öneriyorum.
GÖKÇEADA
Rüzgarların buluştuğu ada
Kabatepe’den bindiğim feribot yaz için tenha sayılırdı. Orta bölümüne toplanan, biri Yunanistan’dan gelen yolcu otobüsü olmak üzere, hemen hepsi Yunan plakalı 14 araçla adaya doğru yol almaya başladık. Vapur önce yavaş yavaş sallandı. Karadan açıldıkça, öfkeli bir annenin salladığı bir beşik gibi, bir sağa bir sola yatmaya başladı. Dalgayı bir yandan, bir kıç omuzluktan, çoğunlukla kıçtan aldı. Çelik halatları yalayıp, ıslık çalan lodos kim bilir nereden geliyordu.
Gökçeada’nın denizden ilk görüntüsü hiç de iç açıcı değildi. Liman, eteklerinde bir tutam yeşilliğin bulunduğu kızıl - kahve bir tepenin eteklerindeydi. Sahilde beyaz badanalı, iki-üç katlı kooperatif evleri göze çarpıyordu. İlçenin merkezi (Panayia) de sıradan bir kasaba görünümündeydi. Aceleyle, kuzey sahiline saptım. Yol bizi aldı, deniz kıyısındaki eski adı Kastro olan Kaleköy’e götürdü. Köye girmeden önce sağ taraftaki pansiyonlar sokağına saptım. Gözümün kestiği birinde demir attım.
Soluklandıktan sonra kısa bir ada turu atmak için yola koyuldum.
DENİZDEKİ ALTIN TEPSİ
Önce Bademli’ye tırmandım. Gördüğüm ilk adalı köydü. Evlerin bir bölümü, belki de çoğu yıkılmıştı. Ayakta kalanlar ise onarılıyordu. Bir çok ev eskisi kadar güzelleşmişti. Köyün yolları, ağaç ve evleri gibi eskiydi. Sokaklarda nedense kimsecikler yoktu. Bademli, adanın balkonu gibiydi. Bir bakışta denizi, karşı tepelerdeki köyleri, ilçe merkezini, havaalanını, köpüklü denizi görmek mümkündü. Ama tüm tepeler gibi rüzgarlıydı. Poyraz, lodos, keşişleme, gün batısı ve diğerleri burada buluşup, dört bir yana dağılıp gidiyordu. Bu yüzden Bademli’nin esintisi meşhurdu.
Bir yıkık duvardan atlayınca karşıma Panagia Kilisesi çıkıverdi. 1838’de yapılmış, restorasyon sayesinde ayakta kalmıştı. Birileri, “Güneş, Gökçeada’daki günbatımında altından tepsiye dönüşür” demişti. Bunu seyretmek için Yukarı Kaleköy’e tırmandım. Tepenin ucunda, denize hakim Yakamoz adlı pansiyon-restoranın terasında yerimi aldım. Güneş gerçekten altın bir tepsiye dönüştü. Yavaş yavaş denize dokundu. Tam o sırada Semadirek Adası’nın zirvesine sığınmış beyaz bulutlara baktım. Renklerinin eflatuna dönüştüğünü gördüm. Güneş gökyüzünü boyaya boyaya denizde kayboldu.
Ertesi sabah erkenden direksiyonu adayı çepeçevre dolaşan yola doğru kırdım. Kıvrım kıvrım giden yolda başka kimsecikler yoktu. Başıboş koyun ve keçiler otomobili görünce bir telaş tepelere kaçıyordu. Hepsinin yanında yavrusu vardı. Her taraf bu vahşi koyun ve keçilerle doluydu.
YENİ KÖYLER SIRADAN RUM KÖYLERİ HÜZÜNLÜ
Önce Eşelek köyünün önünden geçtim. Adanın tüm köyleri gibi ıssızdı. Aydıncık (Kefaloz) Koyu’na indim. Niyetim Kaşkaval Burnu’ndaki Peynir Kayaları’nı seyretmekti. Kayalar gerçekten de üst üste dizilmiş peynir tekerlerini andırıyordu. Tuz Gölü’nün yanından dönüp, kıyı kıyı ilerledim. Eski cezaevinin terk edilmiş binalarını geçip Şirinköy’e vardım. Burası da sonradan yapılan diğer köyler gibi tek tip evlerden oluşmuştu. Sokaklarında kimsecikler yoktu. Pencerelerde perde olmasa, köyün boşaltıldığına yemin edebilirdim.
Köyün sahiline indim ama denize ulaşamadım. Çünkü güzelim koylara Köy Hizmetleri, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı’nın personeli için “eğitim” tesisleri yapılmıştı. Karadenizlilerin yerleştiği Uğurlu köyü nispeten daha canlıydı. Sokaklarında tek tük de olsa gezinenler vardı. Sonradan yapılma köyler bitmiş, yol iç kesime dönmüştü. Tepelere tırmandıkça muhteşem göl manzaralarıyla karşılaşıyordum. Bir adada bu kadar göl ve gölet olması tuhaftı. Dönüşümde işin aslını öğrendim. Gökçeada meğerse tatlı su kaynaklarının çokluğu bakımından dünyanın 4’ncü adasıymış. Suyunu için mutlaka adaya dönermiş!..
Bir virajdan sonra, yüksekçe bir tepenin ortasında kurulmuş olan Dereköy (Şinudi) görüntüye girdi. Köyün girişindeki Aya Marina kilisesinden kadınlı erkekli bir grup çıkıp, köye doğru tırmanmaya başladı. Bunlar atalarının köyünü görmeye gelmiş Yunanlardı. Peşlerine takıldım. Bütün Rum köyleri gibi burası da yıkık döküktü. Çürümüş kapıların üstündeki paslı asma kilitler hâlâ kilitliydi. İncir ağaçları yıkık duvarlarda dal atmıştı.
Dereköy 1960’a kadar 1959 hane ile Türkiye’nin en büyük köylerinden biriymiş. O zamanlar iki sineması, 9 tavernası, onlarca dükkanı varmış. Şimdi hiç biri yoktu. 30 civarında yaşlı Rum bir o kadar da Türk, yıkıntılar arasında yaşamaya çalışıyordu.
Adanın en bakımlı evleri Tepeköy’deydi. Otomobili 200 yıllık Hagios Haralambos Kilisesi’nin yakınına park edip, meydana yürüdüm. Niyetim, Baba Yorgo’nun meyhanesinde bir iki bardak ev yapımı taze şarap içmekti. Hevesim kursağımda kaldı. Baba Yorgo o gün meyhaneyi açmamıştı.
Ada turunun son durağında Zeytinli köyü (Aya Todori) vardı. Arabayı köyün girişinde bırakıp, daracık sokaklarda fotoğraf çeke çeke meydana geldim. Üç kahve vardı. Dibek kahvesiyle ünlü Madamın Kahvesi kapalıydı. O ölmüş, işi eşi devralmıştı. Orhan Bey’in kahvesi de bomboştu. Duvarında, Orhan Bey’in konuklarla çekilmiş onlarca fotoğrafından yapılmış kolaj vardı. Diğer duvara ise kahveye gelenlerin yazdıkları notlar iliştirilmişti.
Daha sonra Beşiktaşlı Hristo’nun kahvesine uğradım. Fener Rum Patriği’nin evinin altındaki bu kahvenin bütün duvarları Beşiktaş posterleriyle donatılmıştı. Akşamüstüne doğru Kaleköy’e döndüm. İstanbul’a dönerken yol boyu, Gökçeada’nın neden diğer Ege adaları gibi şen şakrak olmadığı sorusunun yanıtını aradım.
SAFFET EMRE TONGUÇ
MUĞLA
Koylar arasında mavi rapsodi
Bugün, Türkiye’nin en gözde tatil mekanlarından biri olan Bodrum’a baktığınızda, burasının bir zamanlar devleti yönetenlerle başı derde girenlerin, ihtilafa düşenlerin sürgün edildiği yer olduğuna inanabilmeniz çok zor.
Sürgünler arasında Cevat Şakir Kabaağaçlı da var. Kabaağaçlı, İstanbullu hali vakti yerinde bir aileye mensup. Aslına bakarsanız aynı aileden çıkan bir sanatçı daha var, renkçi anlayışa sahip soyut resimleri İstanbul Modern’de sergilenen Fahrelnissa Zeid. Sinirli bir mizaca sahipmiş Kabaağaçlı, 1914’te babasını öldürmüş.
Bu suçtan ötürü ilk önce normal bir hapishaneye gönderilmiş, ancak yazdıkları yüzünden isyana teşvikle suçlanmış ve üç yıl sürgünle cezalandırılmış. Bu hikaye, yeğeni Şirin Devrim’in “Şakir Paşa Ailesi” adlı kitabında anlatılıyor.
Bodrum’da tüm sıkıntılarını geride bırakmış Cevat Şakir ve burada kendini bulduğunu hissetmiş. Çok kısa zamanda resim ve yazıyla örülü yeni bir hayat kurmuş. Yazdıklarında özellikle sünger avcısı balıkçıların öykülerinden esinleniyormuş, bu sayede yöre insanı arasında oldukça tanınır hale gelmiş. Lakabı “Halikarnas Balıkçısı” olan Kabaağaçlı, ayrıca dostları için kıyı boyunca tekne turları da düzenlemiş. Bu turlar sayesinde bugün Mavi Yolculuk olarak bilinen gezilerin de doğmasına neden olmuş. Üç yıllık cezası dolduğunda Bodrum’da kalmayı seçen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bugün kent merkezinde bir büstü bulunuyor.
Cevat Şakir Kabaağaçlı, Bodrum’u ilk gördüğü andaki duygularını “Mavi Sürgün” adlı kitabında şöyle aktarıyor: “Ne de olsa Bodrum adının yüreği sıkan bir karanlığı, bir boşluğu var. Oysa gördüğüm ışık ve berraklık, buğuyu üfüren meltem gibi izbeliği ve loşluğu öylesine sildi ki, hapsedilsem bile, hapishanenin göğü gören bir penceresi, bir kapısı olur diye içim aydınlanıyor.”
EYLÜLDE GÜNEŞ KAVURMAZ DENİZ DURGUN VE TEMİZDİR
Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşlarının çıktığı mavi yolculuk ile bugün düzenlenen turlar arasında büyük farklar var. Cevat Şakir’in, ressam Bedri Rahmi, yazar Sabahattin Eyüboğlu gibi sanatçı dostlarıyla çıktığı tekne turlarının amacı dünyadan tamamen uzaklaşmak ve doğayla içiçe bir kaç gün geçirmekti. Bu nedenle yanlarına sadece peksimet, peynir, su, tütün ve rakı alır, yolculukları boyunca asla gazete okumaz ya da radyo dinlemez, sanat ve felsefe konuşmaları yapar, sadece acil ihtiyaçları için karaya çıkarlardı. Bugünün tüm nimetlerinden yararlanan ve her türlü lüksle donatılmış mavi yolculukları sizi ne kadar dünyadan uzaklaştırıyor, ne kadar doğayla barıştıyor yorum sizin.
Günümüzde guletler günübirlik bir yolculuktan, bir ya da iki hafta sürecek turlara kadar her çeşit ihtiyacı karşılayacak şekilde donatılmış. Fethiye’den Olimpos’a ve Marmaris’e, Bodrum’dan Marmaris’e yapılan geziler ise Mavi Yolculuk tutkunları arasında en beğenilen üç rota. Bayram ise mavi yolculuk için en doğru zaman. Güneş fazla yakmıyor, deniz alabildiğine durgun. Bu bayramda maviliklere yelken açabilirsiniz.
Mavi yolculuklar Fethiye Marinası’ndan başlar. İlk uğrak noktanız Gemiler Adası. Terkedilmiş bir köy olan Kayaköy’ün açıklarında, tamamen kayalık ama tarih açısından zengin bir ada burası, 7’inci yüzyıldan kalma Aziz Nikola manastırı ve kaya mezarlarının da olduğu bir ören yeri ile 19’uncu yüzyıldan kalma bir kilisenin günümüze ulaşabilen kısmı ile süslenmiş. Kayaköy’de geçirilen tarih dolu saatlerden sonra tekne, rotasını Ölüdeniz’e ya da isteyen misafirlerin dik kayalıkların altındaki harika kumsalda güneşin tadını çıkarabilecekleri Kelebek Vadisi’ne doğru çevirir.
Kaş bir diğer uğrak limanı. Değişik lezzet seçeneklerine ulaşabileceğiniz harika restoranlarla donatılmış olmasının yanı sıra, antik bir tiyatro ve bir çok lahit ile kaya mezarlarına da ev sahipliği yapıyor. Kaş’ın etrafındaki yerler de ziyaretçilere ayrı bir şölen sunuyor. Sadece dağların ve açıkta göreceğiniz adaların oluşturduğu resim değil, sular altında kalmış antik kent Kekova da büyünün bir parçası. Teknelerin çoğunun mola verdiği bir başka durak olan Kaleköy (Simena) tarihe dokunacağınız bir diğer nokta. Kayalıkların sarıp sarmaladığı köyde, muazzam lahitlerle dolu bir Likya nekropolü ve bir de kale göreceksiniz. Tekne hayatına biraz ara vermek isteyenlere bir de müjdemiz var; deniz kıyısındaki balık restoranları ve pansiyonlar sizi bekliyor.
YILDIZLARA DOKUNABİLİRSİNİZ
Sırt çantalı mavi yolcuların rotası Kale’ye (Demre) kadar devam eder. Burada teknelerden inilir ve karayoluyla ağaç evlerden oluşan Olimpos’un huzur dolu sığınağına doğru yola çıkılır. Baştan sona dört gün ve üç gece süren bu turda yüzmek, şnorkelle dalmak ve hatta su kayağı yapmak için bol bol fırsatınız olacak. Aynı fırsatları batıya doğru gidip Fethiye- Marmaris rotasını izleyen turlarla da yakalayabilirsiniz. Bu güzergâhta en rağbet gören durak Dalyan. Burada bineceğiniz tekne Dalyan Çayı’nda zarifçe süzülürken, göreceğiniz Likya kaya mezarları ile Kaunos antik kenti ilginizi çekecek. Caretta caretta kaplumbağalarının yumurtlama yeri olan ve upuzun kumsalıyla bilinen İztuzu Sahili’nin de tadını çıkarabilirsiniz.
Mavi Yolculuğa hiç çıkmamış olanlar için, Halikarnas Balıkçısı’nın söyleyecekleri var: “Gece yıldızları tek tük görünen mıymıntı şeyler değildir. Yıldız kalabalığına engin gece dar gelir. Sanki parıltılarıyla göğü sarsıp gürlerler. Hele ufukta ay bir görünekoysun, evren bir peri masalına döner. Çoğu insan için gerçekten de masal gibi günlere eşdeğerdir mavi yolculuk, tatillerin en güzellerindendir.”
Halikarnas Balıkçısı ve dostlarının, koyları kendilerine ait hissettiği günler çok gerilerde kalmış ama doğru arkadaşlarla yola çıkarsanız geçireceğiniz zaman en az onlarınki kadar muhteşem olur.
KLEOPATRA’NIN PLAJINDA
Bodrum’dan Marmaris’e giden rotayı diğer rotalarla kıyasladığınızda, bu gezide öbürleri kadar özel uğrak noktaları olmayabilir ama muhteşem bir manzaranın her an sizinle olması garanti kapsamında. Özellikle Gökova Körfezi çevresinde seyrederken kadrajınıza girecek manzara “dünyadaki cennet” sözlerini doğrulayacak kadar büyüleyici. Marmaris’e yanaşmadan hemen önce uğrayacağınız Sedir Adası’nın bir başka adı da Kleopatra Adası. Bu adanın talk pudrası inceliğindeki kumunun Marcus Antonius tarafından sevgilisi Kleopatra için Mısır’dan getirildiği söyleniyor. Plajın rahatlatan bir denizi var, insanı öyle etkisine alıyor ki etrafta görülecek başka yerler olup olmadığıyla ilgilenmiyorsunuz bile. Oysa ki, kıyıda arkeoloji meraklılarının görmekten mutlu olacağı surlar ve tiyatro kalıntıları var. Bu kalıntılar bir zamanlar bir Karya yerleşimi olan ve daha sonra Yunanlılar tarafından işgal edilmiş Kedrai kentine ait.
BEYPAZARI
Gözalıcı tarihi konaklar leziz 80 katlı baklavalar
“Hayal kurmak bilgiden önemlidir, çünkü bilgi sınırlıdır ancak hayal kurmak tüm dünyayı kapsar” demiş Einstein. Hayal kurabilme gücüne sahip bir belediye başkanı Beypazarı’nın Safranbolu’na göre daha fazla eski Osmanlı evi ve tarih barındırdığını fark edene kadar Beypazarı pek bilinen bir yer değildi.
ALAATTİN SOKAK’TAKİ HAVUÇ KRALLIĞI
Ankara’dan karayoluyla sadece bir saat mesafedeki Beypazarı’na gidenler kendilerini hayat dolu bir ilçede buluyor. İlk kez geldiyseniz ana cadde ve civarında kasabanın yeni kurulan kısmı bir an hayal kırıklığı yaşatabilir size. Sakın aldanmayın ve otobüs durağından dümdüz yürümeye devam edin. Kendinizi ağaçların gölgesindeki dükkanların el yapımı malzemeler sattığı eski çarşıda bulmanız an meselesi. Cazibenin merkezi yerel halkın ürettiği malları sergileyip satmak için bir araya toplandığı arnavut kaldırımlı Alaatin Sokak. Burada havuç kendi krallığını yaratmış sanki; havuçtan üretilmiş her çeşit ürün, havuç suyu, helvası, dondurması ve hatta lokumu satılıyor. Sebze ve meyve haline girdiğinizde, Beypazarlı kadınların kullandığı, başa sarılan ve bürgü adı verilen aynı tip örtüleri farkedeceksiniz. Etrafta dolaşırken tezgahlarda pamuk kumaşlar dokuyanları görebilirsiniz. Meyve ve sebze tezgahları, hemen yanlarındaki el işi sergileriyle beraber sizi adeta bir tablonun içine sokuyor. Beldedeki pazar yeri hafta sonlarında gelenlerin artmasıyla daha da hareketleniyor. Gelenlerinse bu kadar çok çeşit ve bu rengarenk görüntü karşısında baştan çıkıp, bol miktarda alışveriş yapmaktan başka seçeneği kalmıyor.
Safranbolu gibi, Beypazarı’nda da eski yıllara ait özellikleri yitirmemiş bir pazar alanı var. Burası günün ilk ışıklarından itibaren bir taraftan bakır ustalarının dükkanlarından yükselen sesleri duyacağınız, diğer taraftan fırının önüne yığılan kocaman siyah toprak kaplardaki dumanı üstünde güveçlerle doldurulmasını seyredebileceğiniz bir yer. Asma gölgelerinde yaşlı erkeklerin çaylarını yudumlarken, küçük bir tavla partisi çevirdiklerine şahit olacaksınız. Kadınlar nerede mi? Onlar bu arada son derece süslü kafelerde el açması yufkanın 80 tanesinin üst üste konmasıyla yapılan “80 katlı baklava” ile ziyaretçilerin ilgisini çekmeye çalışıyorlar.
YAŞAYAN MÜZEDE EBRU YAPMASINI ÖĞRENİN
Pazar yerinin arkasında ise büyük bir titizlikle restore edilmiş eski evleri görebilirsiniz. Beypazarı’nda tezgahların başında satış yapan çok sayıda kadına rastlayacaksınız. Çoğu aralarında masa örtüsü olarak da kullanılan bürgülerin olduğu rengarenk kumaşlar satıyor.
Beyaza boyanmış tarihi evlerden biri yerel müze olarak kullanılıyor (pazartesi kapalı), bir göz atmanızı tavsiye ederim. Odalarının zarafetine, ahşap duvar ve tavanlarındaki ince işçiliğe hayran kalacaksınız. Evlerin yüklük ve banyo olarak kullanılan dolapları ilgi çekici. Yörede yaşayanların bağışladığı mobilya ve malzemelerle yeniden dekore edilen müze aynı zamanda kentteki gösterişli konakların geçmişte neye benzediğini gösteriyor. Müzede ziyaretçilerin en beğendiği bölüm son derece zevkli ve zarif döşenen gelin odası. Mutfak dikkat çekici bir başka bölüm, göz atmadan ayrılmayın. Müzenin zemininde göreceğiniz kimi eski mermer sütunlar Romalılar’dan kalma. Bir başka Osmanlı konağında kendini “Türkiye’nin ilk ve tek yaşayan müzesi” olarak tanıtan yapıda ziyaretçilere ebru gibi Osmanlı el sanatları tanıtılıyor.
VADİDEKİ DOĞA PARKI
Zamanınız varsa, Beypazarı’nın yanıbaşındaki seyri doyumsuz, dar ve dik yamaçlı İnözü Vadisi’ne uğrayabilirsiniz. Kuzeydeki Kıbrıscık’a kadar devam eden vadide yol boyunca, nehir kıyısında restoranlar sıralanmış. Vadi, akbaba türleri dahil pek çok kuş çeşidini görebileceğiniz bir doğal park. Sizi nelerin beklediğini keşfetmek için yola çıkmadan önce müzenin yanındaki Doğa Evi’ne uğrayın.
Beypazarı önemli bir riskle karşı karşıya: Turizm kampanyasının ölçüsü kaçarsa ve özgün yaşam kaybolursa Osmanlı temalı Disneyland’e dönüşecek. O gün gelmeden, Beypazarı’nı mutlaka görün.
GEÇMİŞTE YAŞAYANLARA VEFA
Birçok tarihi konak, otel ve restoran olarak yeniden hayat bulmuş. Butik otellere dönüşen Osmanlı evlerinde ise sizi saten yorganlar ve zarf şeklinde katlanmış pamuklu havlular bekliyor. Bunlardan biri olan Me’valar (cennetten bir köşe) Konağı zemin katın üzerinde yer alan altı tane, sade ancak son derece rahat döşenmiş odasıyla hizmet veriyor. Gözleme ve ayranını mutlaka tadın. Midesine düşkünlere bazlama ve yumurtayı denemelerini öneririm. Kesinlikle muhteşem! Restoranların arasında tarihi bakımdan en ilginci bir zamanlar Taş Mektep olan binada hizmet veriyor, duvarları hâlâ 20’inci yüzyılın başlarında eğitim gören öğrencilerin fotoğraflarıyla süslü. Beypazarı’nın en dikkat çekici özelliklerinden biri, geçmişte burada yaşayanların unutulmaması, hatırlatılması. Belde kendine özgü bir mutfağa sahip ve özellikle tarhana çorbası, gözleme ve güveci ile kendinden söz ettiriyor. En lezizlerini tatmak istiyorsanız, tüm ürünlerin defalarca ısıtılıp masaya getirildiği günleri değil, kalabalık ve hızlı tüketimden ötürü günlük pişirilip, taze taze size sunulduğundan emin olabileceğiniz hafta sonlarında ya da yaz aylarında, bayramda gelmeyi tercih edin.
FOÇA
Stresten kaçanların ve fokların sığınağı
İzmir’in kuzeyindeki antik şehirlerden Phocaea’nın yerinde adları Foça olan iki küçük kasaba var bugün. Büyük olanı Eski Foça, diğeri Yeni Foça. Eski Foça’nın taş evlerle süslü sokakları şehir stresinden kaçan İzmirlilerin, kıyıdaki sarp kayalıkları ise soyları tükenmek üzere olan Akdeniz foklarının sığınağı.
Antik Phocaea’da ziyaretçilerin ilgisini çeken eserlerin başında Ana Tanrıça Kibele’nin denize bakan tapınağının kalıntıları geliyor. Hemen göze çarpan bir diğer eser ise otobüs terminalinin yakınlarındaki eski su kemeri. İzmir’e doğru yola çıktığınızda MÖ 4’üncü yüzyılda yapılmış tiyatrodan geriye kalanları görmeniz mümkün. Kasabanın merkezinde rastlayacağınız bazı güzel Roma mozaikleri ise buranın eski çağlardaki zarif görüntüsüyle ilgili ipuçlarını sunuyor.
Cenevizliler Eski Foça’nın iki limanı arasında yaptıkları Beşkapılar Kalesi ile şehre damgasını vurmuş. Bu limanlardan Küçükdeniz turistleri çeken bölge, Büyükdeniz kısmında hâlâ büyük balıkçı teknelerini görmek mümkün. Kalenin restorasyonu hakkında olumlu konuşabilmek çok zor. Buna bir de Foça’da bir müzenin olmayışı eklenince insanın yöredeki zengin tarih adına isyan edesi geliyor.
RUM KONAKLARI BUTİK OTEL OLDU
Osmanlı yönetiminde her iki Foça’da da büyük ve zengin bir Rum nüfus yaşamış. Eski Foça’da deniz kıyısında yürüyüşe çıktığınızda bugüne ulaşmış eski Rum evlerinin güzelliğine hayran kalıyorsunuz, birkaçı son derece hoş otellere ev sahipliği yapıyor. Eski Foça’da her bütçeye uygun konaklama imkanı bulmak mümkün, ancak en güzeli iki eski tur rehberi tarafından restore edilen bir Rum konağının ev sahipliğini yaptığı Foçantique Hotel. Yeni Foça ise daha fazla sürprizle bekliyor sizi, çünkü arka sokaklarının tümü harika eski taş evlerle dolu. Bu evlerin çoğu yeni sahipleri tarafından restore edilmiş; kimi olağanüstü bir işçilikle tamamlamış restorasyonu, kimiyse binaya kendi imzasını atmak adına nevi şahsına münhasır bir iş çıkartmış.
Eski Foça’nın kendine ait bir plajı yok, Yeni Foça’nın çakıllı küçük sahili ise muhteşem gün batımını seyretmek için uygun ama yüzmek için yetersiz. Ancak yol boyunca bir çok koyun iki kasabayı birbirine bağlaması, yaz aylarında bu koylardan tekneyle açılma ve denizin sefasını sürme olanağı buraya bahşedilmiş en büyük şanslardan biri.
Yeni Foça’da birkaç güzel balık restoranı bulmanız mümkün, güneş denizin içinde erirken levreğin ve beyaz şarabın tadını buralarda çıkarabilirsiniz. Ancak, özellikle hafta sonları İzmirliler akın akın Eski Foça’yı dolduruyor. Bu nedenle kordondaki restoranlarda, özellikle de Celep’te yer bulmak oldukça zorlaşıyor.