Amnesie in Litteris

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Patrik Süskind‘in ‘Üçbuçuk Öykü‘sü, tatil kitaplarımdan biriydi.

İsabetli bir seçimdi.

Kesinlikle beni çok eğlendirdi.

Neydi Süskind‘in diğer kitaplarının ismi?

‘Koku‘ geliyor da aklıma.

Hani kısa bir roman olan, o diğeri, anımsıyamıyorum şimdi...

‘Bıldırcın‘ mı neydi?

Evet, evet bir hayvan ismiydi, uçan bir şeydi sanki.

Bir de, Bay Bilmem Ne‘nin öyküsü vardı.

Bay Bir Şey... Ama ney?

Neyse Allah‘tan şimdi konumuzla ilgisi yok.

Ben ne diyordum, evet evet ‘Üçbuçuk Öykü‘den söz ediyordum, gerçi bir süre sonra, bu kitabı okuduğumu da unuturum ama, hazır belleğimdeyken, sizlere yazayım dedim.

‘Amnesie in Litteris‘ diye o kitabın sonunda yer alan minik bir hikayecik vardı ki, benim için ibret vericiydi!

İşte oradan bir bölüm.

Bakın altını da çizmişim.

Mutlaka bundan yazı yap diye not etmişim.

Hazır aklımdayken, yapayım bari...

***

‘... Benden önce bu metni okumuş olanın -ki onun kim olduğu hakkında en ufak bir bilgim yok-, ne diyordum, evet okumuş olanın, beni de en çok etkileyen yerlerin altını çizmiş ve o yerleri ünlemle belirlemiş olduğu çıkıyor ortaya... Sonunda her halde öykünün doruk noktası olan ve ağızdan ‘Ah‘ sesi çıkmasına sebep olan yere geliyorum. ‘Ah ne iyi düşünülmüş! Ne iyi söylenmiş!‘... Elim neredeyse kendiliğinden kurşun kaleme uzanıyor, ‘Bunun altını çizmelisin‘ diye düşünüyorum; kenara, çok iyi yazmalısın, yanına da kocaman bir ünlem oturtmalısın... Ama heyhat! ‘Çok iyi‘ sözcüklerini karalamak üzere kurşun kalemimi sayfaya değdirdiğimde orada çoktan bir ‘çok iyi‘ yazdığını görüyorum... Benden önce orayı okuyan kişi çoktan kaydetmiş bile; hem de bana hiç mi hiç yabancı olmayan bir elyazısıyla kaydetmiş! Yani benim kendi el yazımla! Çünkü metni benden önce okuyan benden başkası değildi! Ben o kitabı çoktan okumuştum. İşte o zaman tanımı olanaksız bir acı sarsıyor beni. Eski hastalığım nüksediyor: Amnesie in litteris, yazınsal bellek kaybı...‘

***

Sizin başınıza da böyle şeyler geliyor mu?

Mesela, okuduğunuz bir kitaptan söz ederken, içerdiği anlamı bilmenize, hissetmenize rağmen, ‘Adını tam olarak anımsayamadığım kitap‘ diyor, komik duruma düşüyor musunuz?

Ya da kitabın adını hatırıyorsunuzdur da, bu sefer de yazarı aklınıza gelmiyordur, kimbilir o zaman da belki ‘Şu an adı aklıma gelmeyen o yazar‘ diyorsunuzdur.

Ya o şairin adı... Neydi Allahaşkına... Hani dilinizin ucunda...

O çok severek okuduğunuz şair...

Çocukluğunuzdan beri bilirsiniz, içmişsinizdir onun şiirlerini...

Ama şimdi tık yok.

İçinizde bir yerde o şiirler, ama neredeler?

Silinip gitti mi, yani herşey!

Oysa dizeleri eski mobilyalar gibi tanıdık geliyor, tek sorun ne yaparsanız yapın onlar bir türlü aklınıza gelmiyor!

Sadece belli belirsiz bir anımsama.

O kadar.

Zaman zaman o anımsama, sadece bir görsel hafıza...

Utanç verici ama okuduğunuz kitapların sadece kapaklarını hatırlıyorsunuzdur mesela, üzerindeki resmi, o mat renkleri. Ya da yazarların tuhaf bıyığı, varsa sakalı, kalmıştır aklınızda. Ama haksızlık değil mi, ayıp değil mi, ne oluyor, neden gerisi belleğinize bir türlü gelmiyor, hem kitabın kapağından, adamın sakalından size ne!

***

İşte Süskind öyküsünde tam da bu duyguyu anlatıyor.

O yüzden bayıldım.

Kahraman, okuduğu kitaptaki o çok beğendiği bölümlerin altını çizmeye hazırlanıyor. Bir bakıyor ki daha önce okuyan, tam da o satırların altını çizmiş! Kahraman, o kişinin kendisi olduğunu bile unutmuş, birden utanç içinde farkediyor.

Ve hastalığın teşhisini koyuyor:

Edebi amnezi.

İnsanın okuduklarını, öğrendiklerini bir türlü hatırlayamaması.

Belki özünü hissetmesi...

Ama gerisinin havada asılı kalması...

Anlayacağınız bir tür bellek kaybı.

Sadece okuduklarınıza, öğrendiklerinize dair mi?

Ne yazık ki benim amnezim bununla kalmıyor.

Ben yaşadıklarımı da unutuyorum.

Geriye sadece anlar kalıyor.

Ve o anların insana hissettirdiği duygular...

Hani bazıları vardır, ‘83 yazını hatırlıyor musun?‘ derler, onlar unutmaz herşeyi hatırlarlar, o yazları nasıl geçirdiklerini, ne kadar eğlendiklerini nereden nereye gittiklerini; hiçbir yılbaşı hafızalarından silinmez, bilirler nasıl kutladıklarını, patlatılan o şampanyanın tıpasının sonra nasıl saklandığını; ilişkilerinin başlangıç tarihini, ilk kimin kime hediye aldığını, söylenen bir laf vardır mesela akıllarından gitmez, tüm konuşmaları, diyalogları kaydetmişlerdir ve şöyle derler:

- Hatırlıyor musun, hani...

Üzgünüm ama ben hiç bir şeyi hatırlayamıyorum!

Hepsi, herşey silinip gidiyor beynimden.

Hafızam kaydetmiyor...

Beni yazıcım yazmıyor, yazmıyor!

Bu durum da, doğal olarak beni üzüyor.

Çok fazla şimdi de mi yaşıyorum nedir? Tamam, geçmişte de çakılı kalayım demiyorum ama hiç mi hafızam yok benim, olmayacak mı günün birinde beni derinden etkilemiş ruhumda iz bırakmış olayların bir dökümü, çıkışı? Geriye bembeyaz bir kağıt mı kalacak? Ya o yaşadıklarımın tadı, acısı? Onlar nereye kaydoluyor? Yoksa tamamıyla kayıp mı oluyor? Onların üzerine hiç düşünmeden mi yoluma devam ediyorum, ondan mı ben hiç bir şeyi hatırlıyamıyorum?

Şimdi de bu yazıyı bitirmem gerekiyor.

Ama biliyor musunuz aklıma bir final cümlesi olarak şu deyimden başka hiçbir şey gelmiyor:

Hafıza-ı beşer, nisyan ile mahlûldur.

HAMİŞ: Bu arada, Patrik Süskind‘in ‘Koku‘ isimli romanından sonra yazdıkları elbette ki ‘Bıldırcın‘ değil, ‘Güvercin‘ ve ‘Bay Sommer‘in Öyküsü‘dür. Ben sadece bir oyun yapmaya çalıştım. Tabii sadece edebi unutmadan malul aklımla...

Yazarın Tüm Yazıları