Güncelleme Tarihi:
Birbirinden farklı karakterleri canlandırırken zevkle izlediğimiz tiyatro sanatçısı Yetkin Dikinciler, şimdilerde Bizim Yenge dizisinde Adem olarak çıkıyor karşımıza. Tiyatronun kendisi için doğum yeri ve sığınağı olduğunu ifade eden Dikinciler ile bu sezon oynamaya devam ettikleri “Şems… Unutma” adlı oyunun kulisinde oyunculuk serüveni üzerine konuştuk.
“Şems…Unutma…” oyunu ne anlatıyor?
Yüzlerce yıldır çok değer verdiğimiz Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’nin hikayesi odağında sahnelenen bu oyunu Özen Yula kaleme aldı. Tabii sahnede Mevlana ve Şems’i görmüyorsunuz. “Şems neden bir iz bırakmadan ortadan kayboldu?” sorusu merkezinde bir aile sorgulaması var oyunda. Kapalı bir evin içinde olup bitiyor her şey. Bir yüzleşme oyunu diyebiliriz. Her ne kadar Özen bu cümleyle sabitlemek istemese de bence en güçlü hislerinden biri bu oyunun.
Sizin rolünüz nedir?
Ben de dışarıdan gelen yabancı hikayeciyi oynuyorum. Bir bakıma kapalı toplumların en çok ihtiyaç duydukları şey. Kendi içlerinde bir şeyler yaşanırken birilerinin gelip dışarıdan “ Siz böyle bir şey yaşıyorsunuz farkında mısınız?” demesidir. Birazcık onu temsil ediyorum bu oyunda. Tabii tüm bunları bilgi ve belgelere dayanarak yapmıyor yabancı, hissettikleriyle konuşuyor. Yani herkesin bildiğini herkese bir ayna gibi yansıtan adamı oynuyorum diyebilirim.
Ne kadar sürdü oyunun çalışması?
Aslında ön hazırlıkları yıllar önce başladı. Özen bu kitabı ilk çıkardığında imzalayıp “Her hikayenin bir yabancıya ihtiyacı var Yetkin, sevgilerimle” yazmıştı. O günden bir işaretmiş, bu hikayenin yabancısı ben olacakmışım demek ki. Provalara geçen yıl mayıs ayına doğru başladık. 1.5-2 ay sahne için prova yaptık ama öncesinde Jehan Barbur müzikleri hazırlamaya başlamıştı ve Özen ile nereleri melodik yapacaklarına karar verdiler.
Sizi hem TV hem de tiyatroda görüyoruz eş zamanlı olarak. Sizce ikisini birbirinden ayıran en önemli özellikler neler?
Buluşturan özelliklerle başlarsak ayrımı da ortaya çıkar. Buluşturan nokta, bir durum içerisinde, bir karakteri anlatmak. Farkları ise daha çok fiziki. Tiyatro sahne üzerinde o anda gerçekleşip bir daha tekrarlanmayan bir şey. Televizyon ise her eve girdiğimiz, seyircinin kalkıp bize gelmediği, bizim yemek sofralarına hatta özel anlara konuk olduğumuz, kendimizi göstermeye çalıştığımız bir alan. Çalışma koşullarına gelirsek; tiyatroda belli bir provayı bitirip oyuna başlarsınız ve tek başınasınızdır artık. Halbuki kamera karşısında parça parça, yani başlayan ve biten, zamanla birlik kuralıyla işlemeyen bir düzen var. Öyle olur ki 70. sahneden sonra tekrar 3. sahneye dönüp çekim yaparsınız ve o devamlılığı kafanızda oturtmanız gerekir. Bir de kameranın gördüğü kadar oynamalısınızdır. Tiyatro öyle değildir.
Tiyatrodan bu yüzden mi kopmuyorsunuz?
Tiyatro benim doğum yerim, sığınağım ve vazgeçilmezim…Bunu kutsallaştırarak falan söylemiyorum, öyle hissediyorum. İyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü teknoloji ile insanların geliştiği düşünülürken günümüzde, çevremizde sürekli kalınlaşan sınırlar bizim özgürlüğümüzü nasıl da başkalarının belirlediğini ve kısıtladığını gösterirken, tiyatro insanı yalın haliyle hedefleyen ve teknolojik unsurlardan arınmış bir halde insana dönük bir mecra. En önemlisi tiyatro binlerce yıldır ve “tiyatro öldü” diyenlerin ölümünü görüp yaşamaya devam etmektedir. Ben de onunla birlikte olmaya devam edeceğim.
“Hayallerinin peşinde koşmak hayalcilik değil gerçekçilik”
Oyunculuğa karar verme aşamanızda Yıldız Kenter’in de bir rolü varmış. Anlatır mısınız biraz hikayenizi?
Çok doğrudur. Bu arada ne güzel değil mi, bu konuyu şu anda Kenter Tiyatrosu’nda konuşuyoruz (Gülümsüyor). Ustaları sahnede izleye izleye aslında hayaller peşinde koşmanın “hayalcilik” değil, “gerçekçilik” olduğunu gördüm. Zorluklarla karşılaşırsınız ama bazen başarısızlık bile iyi gelir. Başkalarının istediği şeyi yaparken başarılı olmaya tercih ederim bunu ben.
1987-88 yıllarında konservatuar önce edebiyat fakültesinde felsefe okuyordum. Okulda kurslar oluyordu satranç, müzik, tiyatro gibi… Ben de yine insana odaklanması hasebiyle tiyatroya meyilliydim. Yıldız Kenter kursta eğitmendi ve bir gün “Bu işi yapmak ister misin?” diye sordu. Ben “Okulum var, bilemiyorum” deyince “Bunun da okulu var” dedi. Sonrasında konservatuar sınavına girip -tarihin tecellisidir işte- Mimar Sinan Üniversitesi’nde Müşfik Kenter’in öğrencisi oldum.
Bu kararınızı aileniz nasıl karşıladı?
Ailemin tek çocuğuyum ve biraz kıymetliyim bu anlamda. Ama kuzenlerime birlikte büyüdüğüm için fiili olarak çok geniş bir ailem oldu diyebilirim. Aynı apartmanda bir sürü akraba birlikte otururduk. Bu şefkat ortamında bizde hep şu geçerliydi: “Kim, nerede, nasıl mutlu olacaksa ona destek verilmelidir.” Dolayısıyla hep destek oldular bana.
Aile kurmak önemli mi sizin için? Çocuk sahibi olma konusunda ne düşünüyorsunuz?
İnsanlar konuşur hep “Böyle bir dünyaya çocuk getirilmez, kıyamete yakınız” diye. Aslında kıyamet Amerika Irak’taki sofrasında et bile göremeyen ailelere, o üstün teknolojik füzelerini yolladığında koptu ve defalarca kopuyor. Bu yaşam içinde en iyi sığınağın bu şefkat dolu aile ortamı olduğunu düşünüyorum. “Hayat onlara acı davranacak” demenin alemi yok. Biz şefkat gösterelim ki o çocuk her zaman onun gerçek olabileceğine dair umudu taşısın ve ona göre bir dünya kurmaya çalışsın. Asıl bu anlamda çocuklar umutlarımız bizim.
“Kendimi izlerken hiç beğenmem”
Birbirinden farklı karakterlerde izledik sizi. Bu çeşitliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sevmediğim bir projede yer almamaya çalışıyorum. Tiyatroda defalarca farklı farklı roller oynadığım için çeşitlilikler her seferinde iştahla beni kendine çekiyor. Sinemada “Babam ve Oğlum” bir dönüm noktası sayılabilir. Çünkü çok izlenen bir film oldu ve seyircinin belleğinde benim oynadığım o Salim karakteri, “Böyle de olabiliyormuş Yetkin” dedirttiği için çok mutluyum. Bunu bana Çağan Irmak yaptırdı ve o nedenle çok önemlidir bendeki yeri. Sonra Buket İlhan’ın bendeki Nazım yaklaşımı çok önemlidir. Nazım Hikmet’i oynamak çok gurur vericiydi.
Dizilerde mesela Eşref Saati’inde oynadığım için, Bizim Yenge’de Adem gibi bir karakteri canlandırdığım için çok mutluyum. İnsan var etmeye çalışıyorum çünkü insanca. Dolayısıyla hep böyle bahtımdaki rolleri bekliyorum. Bugün Tunç Okan’la bir uzun metraj film çekiyoruz. Tunç Okan 20 yıl sonra, Sarı Mercedes’i çekti biliyorsunuz. Hepsinden keyif alıyorum özetle.
İzleyici olarak kendinizi beğenir misiniz?
İzlememeye çalışıyorum, beğenmem kendimi. “Hay Allah, hay Allah!” diye izlerim çünkü. Tiyatroyu o yüzden seviyorum, bir daha izleme şansımız yok. Oynayıp geçiyoruz (Gülümsüyor).
Birkaç yıl evvel “kadınların yeni gözdesi” diye bir tanım yapıldı dergilerde, internette. Buna ne diyorsunuz?
O göz ne büyükmüş ki gözdeler hiç kendini bırakmadan hep yenileriyle devam ediyor. Öyle bir göze girmeye niyetim yok, öyle bir gözünde yanıltıcı bir göz olduğunu düşünüyorum. Bu sadece kamuoyunun bir “trendy” beklentisi. Yani birilerini bir ara vaat edip, parlatıp kendilerince asıl değerlerini görmezden gelmek anlamına da geldiği için çok önemsediğim bir durum değil açıkçası. Birilerinin gözdesi olmak bir bakıma onların kurallarıyla yaşamak demek ki bu sizi kendinizden uzaklaştırır. Bu en büyük tehlike! Ben olduğum gibi yaşayayım. Bazen gözde olur, bazen sözde olur, ben özde yaşamaya devam edeyim.
Kenter Tiyatrosu'nun loş ve tarih kokan kulisi eşliğinde, oyun hazırlığı arasında bize vakit ayıran Yetkin Dikinciler'e çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Hanife Yaşar