Paylaş
Sabah…
Cep telefonunun alarmı çalar, aldırmazsın. Sonra bir daha çalar, bir daha… Bir daha...
Tek gözünü açıp telefona uzanırsın. Gözün ekrandaki saati arar her iş günü aynı saate kurduğun halde… Emin olmak istermişçesine.
Ve yine her iş günü yaptığın gibi ileri atarsın alarmı; beş dakika.
İşte o an başlar günün belki de en “tatlı” beş dakikası. Diğer beş dakikaların hiçbirine benzemez.
Çünkü o son beş dakika, dünyanın en tatlı uykusudur.
Ki bazen uyuyamadığın da olur ama umursamazsın. O uyuruyanıklık bile hoş gelir sana.
Kalktığın anda her gün yaptıklarının aynısını yapmaya başlayacağını bildiğin ama bilmezden geldiğin son dakikalardır.
Gitmek zorunda olduğun bir işin varlığını kendine hatırlatma süreci.
Seni mutlu eden, alarm ziliyle yarım kalan rüyanın sonuna tekrar bağlanıp kaldığı yerden devamını seyretmek için verilen nafile çabaların harcandığı dakikalardır.
Yatağın seni sıcacık kollarıyla bırakmak istemeyen bir sevgili gibidir sabahın o kör vaktinde.
Ama sen bu ilişkideki “çekip giden nankör çapkın” rolündesindir. İş, sevgilinin kollarından önemlidir.
Sevgilinin kolları karın doyurmaz çünkü.
Oysa guruldayan mideyle yaşanmaz. Bilirsin.
Bu beş dakikalık yatak oynaşı sonrasında alarmın ikinci ve son kez nahoş çalışıyla kendine gelirsin.
Alarmı ileri atma lüksün sona ermiştir. Yarım kalan rüyanla vedalaşarak kendini kalkmak için zorlarsın.
Birileri seni yataktan kazıyor gibidir artık. Gözler tam açılmaz, ayaklar buz gibi parkeye değdiğinde açarsın ancak tek gözünü. Sürüye sürüye ilerlettiğin ayakların yolu bilir, banyoya götürür seni.
Suratına çarptığın soğuk suyla kendine gelme + hazırlanma süreci başlar. Uyanamadıysan ve şayet vaktin de varsa hızlısından bir duş alırsın.
Geceden saç yıkayıp yatabilen şanslılardan değilsindir. Saçların dalgalı olduğu için uyandığında, ayna karşısında “Kaptan Mağara Adamı” görebilme ihtimalin diğerlerine göre yüksektir ne de olsa. Hızlıdan kurutursun saçlarını hiçbir zaman tam olarak kurumadığını bilsen de.
Yıllardır boynundan çektiğin ağrının sebebi de bu sabah duşlarının sana armağanıdır zaten. Daha çok, iş hayatının bir armağanı… Ne de olsa son yılların hastalıkları belde, boyunda düzleşmeler, el bileklerinde çıkan kemikler, sırt ağrıları, duruş bozuklukları…
Ne giysem faslı başlar sonra. Ayaklarının geri geri gittiği bir ofise doğru çıkılacak yol için favori kıyafetler değil de, ortalama bir şeyler seçilir en fazla.
İnce çorapla girişilen “seni bu kez kaçırmadan giyicem” yarışmasını her seferinde olduğu gibi kaçarak kazanan çorap bir kenara bırakılıp yedeği daha dikkatlice giyilir.
Belki biraz da yüzünüze renk gelsin diye sürülen hafif bir allık, rimel… Al sana sabah makyajı.
Ayakları iş yerinde tüm gün cenderede tutacağımız topuklu ayakkabılardan biri seçilir ve torbaya atılıp arabayı kullanmak üzere ayağa geçirilen spor ayakkabılar eşliğinde evden çıkılır.
Ve gelsin trafik çilesi! Ofise varana kadar türlü taklalar atılan bir sinir harbidir İstanbul’da araba kullanmak ne de olsa…
Sonunda… İş yerine varış. Suratsız insanlar kartlarını okuturken girilen bir güvenlik kontrol sırası.
Sıra size geldiğinde sonuçlanmayacak, zaman kaybı bir dolu toplantıya katılmak üzere giriş kartı okutulur…
Hoş geldiniz!
Paylaş