Paylaş
Kadın hakları konusunda Türkiye tabir-i caizse olması gerekeni geriden takip eden bir ülkedir. Kadına yönelik şiddet, çalışma hayatında kadının yerinin olmayışı, taciz ve tecavüzleri, kadın vekil sayısının minimum ölçülerde olması, kadınlara yönelik mobbing artışı, kadının bedenine müdahaleler (kürtaj yasağına teşebbüs vs.) gibi hususlar buzdağının sadece görünen kısmıdır. Tüm bu ihmal ve ihlallerin yanı sıra bir de kadının kendi soyadını kullanmasına izin verilmemesi erkek egemen toplumun artık diktatöryasını ilan ettiği anlamına gelebilmektedir. Bu hususta AİHM kararlarına hatta yerel mahkemelerin olumlu ilamlarına rağmen gerek Yargıtay gerekse Anayasa Mahkemesi mevzuat uygun değil diyerek kadının kendi soyadını kullanmasına engel olmaktadırlar. Ancak kadın haklarının ötesinde insan hakları anlamında kadının kendi soyadını kullanamayışının herhangi bir mazereti veya gerekçesi olamaz.
Kadının kendi soyadını kullanamamasının ana gerekçesi 4721 Sayılı Medeni Kanunun 187. maddesidir. Bu madde, kadının evlenmekle kocasının soyadını alacağını ancak talep halinde kocasının soyadı ile birlikte kendi soyadını da kullanabileceğini hükme bağlamıştır. Bu kanun hükmü kadın ve erkek arasında soyadının kullanımı ile ilgili eşitlik ölçüsünde bir düzenleme getirmemiştir. Bu madde her şeyden öte T.C. Anayasası’nın 10. ve 17. maddesine aykırıdır. Zira Anayasa’nın 10. maddesi kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca 17. maddede de herkesin maddi ve manevi varlığını geliştirmekte özgür olduğu vurgulanmıştır. Medeni Kanunu’nun bu maddesi ile başta 10. madde ile 17. madde ihlal edilmektedir. Devlet denilen erk bu maddeyi hüküm altına alarak aile birliğini koruduğunu iddia etmektedir. Kadının kendi soyadından mahrum bırakılmasının aile birliği ile ne ölçüde ilgili olduğu sadece tarafımızca değil AİHM yargıçları tarafından dahi anlaşılamamaktadır. Aile birliğinin korunması ve toplumsal düzenin sağlanması için kadının kocasının soyadını kullanmaya mecbur bırakılmasına gerek yoktur. Çağdaş bir toplumda aile adının seçiminde fertlerin özgür olduğu ve kanun ile zorlanamayacağı muhakkaktır. Ancak buna rağmen kadının neden erkeğin soyadını kullanmaya zorlandığı izah edilememektedir.
T.C. Anayasası’nda kadın erkek eşitliği özellikle vurgulanmıştır. Ayrıca bunun yanı sıra devlete kadın lehine pozitif ayrımcılık yapabileceği konusunda direktif verilmiştir. Buna rağmen 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 187. maddesinin varlığını koruması bu pozitif ayrımcılık ilkesine aykırılık arz etmektedir.
Belirttiğimiz gibi Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay’ın bu konudaki kararlılığı AİHM’e de taşınmış ve mahkeme Türkiye’yi mahkum etmiştir.
Bu hususta en bilinen karar Tekeli-Türkiye davasıdır. Ayten Ünal Tekeli’nin evlendikten sonra yalnızca kızlık soyadını kullanmasına devlet erklerinin izin vermemesi AİHS’ nin özel hayatın gizliliğini ihlal (md. 8) ile ayrımcılık yasağı (md. 14) kapsamında değerlendirilmiştir.
Mahkeme, erkeklerin evlenmeden önceki soyadını kullanabilmelerine karşın kadınlara bu hakkın verilmemesini ayrımcılık kapsamında değerlendirmiştir. Mahkeme evli erkekler ile evli kadınlar arasında bir fark olmadığını da kararında belirtmiştir. AİHM’ da görülen bu davada Türkiye Devleti, kadına yönelik bu müdahalesi ile kamu düzenine yönelik meşru bir amaç güttüğünü iddia etmiştir. Mahkeme kamu düzenini sağlama açısından taraf devletlerin içişlerine müdahale etmezken bu amaç doğrultusunda atılan adımların ayrımcılığa yol açmasını kabul etmediğini yinelemiştir.
AİHM cinsiyetler arası eşitliğin geliştirilmesinin üye devletler açısından önemli bir hedef olduğunu defalarca yinelemiş ve bu konuda tavsiye kararlar almıştır. Bu tavsiye kararlar arasında soyadı seçiminin de bulunduğu birçok konuda cinsel ayrımcılığın yok edilmesi konusunda çağrı yapılmıştır. AİHM yaptığı çağrılardan aile isminin seçilmesi konusunda eşlere eşit söz hakkı verilmesini talep etmektedir.
Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler arasından evlenmekle kadının soyadını kaybettiği tek ülke Türkiye’dir. Bu hususun dahi kadın hakları konusunda ne kadar geride olduğumuza delalet gösterdiği tezini desteklemekte olduğu aşikardır.
Türkiye’de kocanın rizası halinde dahi kadın evlenmeden önceki soyadını kullanamamaktadır. Bunun yanıbsıra eşler ortak karar ile kocanın soyadından farklı bir aile ismi seçememektedirler. Yasakoyucu aile birliği ve kamu düzeni savunması adı altında eşlerin özgürce aile ismi seçmelerine müdahale etmektedir. Yasakoyucu kocanın soyadına dayanan geleneksel sistemden yana tavır takınmakta ve bu tavrı yurttaşlara dayatmaktadır. AİHM’nin tavrı bu konuda nettir. Mahkeme “AİHM, kocanın soyadına dayalı geleneksel aile ismi sisteminden, evli çiftlerin kendi soyadlarını kullanabilmelerine ya da özgürce ortak bir aile ismi seçmelerine izin veren başka bir sisteme geçişin doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarının tutulması konusunda yaratacağı sorunların önemini göz ardı etmemektedir. Ancak bireylerin seçtikleri isme göre, saygınlık ve itibarla yaşamalarını sağlamak için toplumdan bir miktar sıkıntı çekmesini beklemek makul olacaktır” görüşünü taviye kararı olarak Konsey üyelerine defalarca iletmiştir.
Evlenen kadının kendi soyadını bırakarak kocasının soyadını alması kadın kimliğinin yok olması anlamına gelmektedir. Kadın ancak erkeğin soyadı ile vücut bulmaktadır. Nasıl ki bazı çevrelerde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı inancı var ise soyadı ikilemi de bu inancın ürünü olabilir. Bahsedilen görüşte kadın hep ötekileştirilmiş erkeğin yanında ikinci olarak konumlandırılmıştır. Bu inanç sadece geçmişte değil yukarıda anlattığım mahkeme kararları ve bakış açısı ile anlaşılacağı gibi günümüzde de hegomonyasını sürdürmektedir. Kadın tarihin her aşamasında aciz konumda adlandırılarak erkeğin korumasına muhtaç sayılmıştır. Kadının soyadını kullanmaktan mahrum bırakılması bu düşüncenin ürünüdür.
Kadının kendi soyadını seçmesi ve kullanması en doğal haklarından biridir. Evlendikten sonra dahi bu hakkın korunması aile birliğini ve kamu düzenini geliştirecektir. Zira toplumda birbirine eş bireyler oluşacak ve özgürlükçü bir yapı doğacaktır. Demokrasi kültürü dahi bu eşitlikçi yapı ile gelişecektir. Zira toplumun en küçük yapısında sağlanan bu eşitlikçi anlayışın toplumun geneline yayılması doğal süreç gereğidir.
Yukarıda yer alan fikir ve bakış açımızı yıllardır çeşitli platform ve panellerde dile getirmekteydik. Anayasa Mahkemesi’ de uzun bir aradan sonra Medeni Kanun’ un 187. maddesinde yer alan düzenlemenin ve uygulamanın hak ihlaline ve özel yaşama olan etkileri ile Anayasa’nın 17. Maddesine aykırı olduğunu belirterek ve AiHM ‘ nin görüşlerini de gerekçe göstererek, yasal düzenlemeyi esas alan yerel mahkeme ve yüksek mahkemenin davanın reddi kararlarını bozmuş oldu. Söz konusu emsal karara İstanbul Barosu mensubu, sevgili meslektaşım Sevim Akat Ekşi’ nin kendi adına 2005 yılında Fatih 2. Aile Mahkemesi’nde açmış olduğu davanın ve güçlü takip iradesinin vesile olması da benim için ayrı bir mutluluk nedeni! Böylelikle kanunkoyucunun bu konuda yeni bir yasal düzenlemeye gitmesi gerektiğini ve AİHM’ ne gitmeksizin iç hukukta, Anayasa Mahkemesi’ ne bireysel başvuru ile yapılan bir yanlıştan dönüldüğü hissiyatımı sizlerle paylaşıyorum.
Aile hukukuna ilişkin mevzuatın; Türk toplumu, aile yapısı ve gelenekleri dikkate alındığında evlilik birliğinin devamı ve toplum yapısının korunması için kesin çizgileri mevcut olsa da, bireyin toplumu oluşturduğu, kişinin maddi ve manevi varlığı ile Anayasa tarafından güvence altına alınmış diğer dokunulmaz haklarına ilişkin çizgilerin hak ihlallerine neden olduğu durumların objektif olarak irdelenmesi ile yeni yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini tekrar belirtmek gerektiğini düşünmekteyim.
Paylaş