Paylaş
Yepyeni bir fikir de olsa bir şey insanın aklına gelebiliyorsa gerçekleşmemesi mümkün değil gibi gözüküyor. Çoğumuz yeni öğrendik ki Bill Gates 2015’teki TED konuşmasında gelecekte bizi bekleyen global kaosun savaşlar, bombalar değil hızlıca yayılan bir virüs olacağını açıkça söylemiş ki Covid-19 gibi bir tahmin örneğinde yaratıcı bir fikirden değil, somut bilimsel verilere dayalı bir gelecek öngörüsünden bahsediyoruz sadece. Peki, bu net veri, duymuş dinlemiş olsak da neden hiçbirimizin günlük yaşamını sürdürürken aklının ucuna gelmez? İlk cevap, “Pek bir faydası olmayacağı içindir” sanırım ama sanki bu ilgi göstermemenin daha derininde insan olmanın sonsuz umudu yatıyor. Her şeyin iyi gideceğine bir şekilde gönülden inanıyoruz ki olumsuz ihtimalleri hiç durup düşünmüyoruz bile. Bu sonsuz umudu bir çocuk dünyaya getirmiş her bireyde ve özellikle bebek bekleyen çiftlerde doyasıya görürüz. Dünyaya gelen yeni doğanların, bebeklerin güzelliği ile pozisyonumuz ne olursa olsun (çocuksuz bir birey, büyükanne, büyükbaba, evli, bekar, yakın, uzak fark etmez) hayata biz de sıkı sıkıya tutunuruz.
Ama belli ki bu sıkı sıkıya tutunma sadece kendimizle ilgili. Kendimizin ya da yakın çevremizin bir adım ötesine geçerek yaşama beraber tutunma zorunluluğu pek de hissetmiyoruz. Günlük yaşamda kendi sağlığını, işini, eğlencesini, ekonomisini ve sosyal olarak da en fazla yakın çevresiyle ilişkilerini düşünmeye alışmış 21. YY bireyleri olarak virüs tehditini odağımıza almak hiç akıllıca gelmiyordu. Ama bugün o kötümser tahminin içindeyiz. Virüsü yenmek için durmalı, beklemeli ve bireysel olarak bir çözüme ulaşmak istiyorsak şu an sadece ve sadece birbirimizi desteklemeliyiz.
Sizce de bu hastalık bize doğanın kurallarını açıkça göstermiyor mu? Gündelik yaşamda hiç umursamasak da her birey hem doğayla hem de birbiriyle bir bütün değil mi? Ayrışmayı çok isteyip sınırları zorladığımızda bütünün diğer parçası adeta hakkını sormuyor mu? Bireyciliği ile verimlilik ve refah örneği Avrupa ve daha ötesi Amerika bugün pandeminin merkezi ve birlikte hareket edememenin sancısını derinden yaşıyor. Eğitimli eğitimsiz, şehirli kır kökenli diye bölünmüş Türkiye de benzer şekilde birbirini korumak zorunda kalan ve birbirine muhtaç bir bütün olduğunu net şekilde gördü. Bir grup dışarı çıkmayın diye bütünü sahipleniyor. Sahiplenilen grupta ise belki de doktorları bıçaklama noktasına varabilecek olanlar var ve eğer bu kişiler virüse yakalanırlarsa yanlarında iyi yetişmiş ve vicdanlı olduğunu umacakları sağlık çalışanları ve doktorlar dışında kimse olamayacak.
Covid-19’un bize hatırlattığı bu nokta ile insan gelişiminin önemli teorilerilerinden Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın özerk-ilişkisel benlik yaklaşımının birebir örtüştüğünü düşünüyorum. Bu teori çevresel, gelişimsel ve fonksiyonel bağlamda sağlıklı insan modelinin hem bireysel hem de ilişkisel yanıyla bir bütün olduğunu söyler. Sağlıklı insan hem diğerlerinden ayrışmak, özerklik, otonomi ve öz-kontrole ihtiyaç duyar hem de diğerleriyle ilişkisinde birliktelik hissi, bağlılık ve uyum arar. Birbiriyle çatışmalı gibi gözüken bu iki ihtiyacın bir arada tatmin edilebilmesi kişinin hem psikolojik açıdan sağlıklı hem de işlevsel olarak verimli, üretken bir yaşam sürebilmesini sağlar. Teoriye ve işin gözlemlenen net gerçeklerine göre ise birini elde etmek için diğerini harcıyor olmak insana mutluluk ve kazanç getirmez. Hatta öyle ki bu dengeler tutturulamazsa, virüs salgını örneğinde hayatta bile kalınamaz gibi gözüküyor. Gençler evden çıkarsa en başta yaşlıların sağlığı, bireysel işlerimiz sürerse sağlık çalışanlarının performansı tehlikeye giriyor. Ülkeler birbirine destek vermezse kriz çözülemiyor. Yaşlılar gençlere ne denli güven duymaları ve verici olmaları gerektiğini görüyorlar. Gençler sorumluluk almak zorunda olduklarıyla yüzleşiyorlar. Aile içi dengelerimizde de çocuklarımızın duygusal ihtiyaçları pahasına işlerimizin gereklerine odaklandığımızda ya da çocukların istekleri pahasına kendi önceliklerimizi reddettiğimizde nasıl da tuzağa düştüğümüzle yüzleşiyoruz. Diğer yandan öğretmenlerin ve okul sisteminin çocuklarımıza katkısını görmezden gelip kendimiz bu rolle baş başa kaldığımızda trajikomik şekilde kaybettiğimizi görüyoruz.
Özetle hepimiz birbirimize bağlıyız. Hem özerk bireyler olmak hem de birbirimize sevgili, saygılı, güvenli hissetmek ne güzel olurdu. Tüm iktidarıyla kapitalist düzen karşımızda dururken `Sağlıklı İnsan Modeli’ne tek tecrübeyle geçemeyeceğimiz kesin ama biraz kulaklarımızın çekildiği de açık. Özellikle bireyciliği ve akılcılığıyla bugüne kadar her maddesel sorunun üstesinden gelebilmiş Almanya’nın pandemi karşısındaki hali dikkatle izlenmeli diye düşünüyorum. Ünlü araştırmacı Heidi Keller 2005 yılında yayımlanan orta sınıf Alman annelerin takip edildiği “Sosyo-Tarihsel Açıdan Zamanın Yansıması Olarak Ebeveynlik: Alman Bireyselleşmesi Örneği” makalesinde Alman annelerin 25 yıllık süreçte giderek bebekleriyle daha az ten teması kurduğunu, daha az sıcaklık gösterdiğini, ilişkiselliği geride tutarak bireyciliği ön plana çıkardığını göstermiştir. Şimdilik kendi halkını diğer Avrupa ülkelerine göre daha iyi koruyabilse de, pandeminin ortasında kalışıyla Almanya bile insan hayatı için tek başına bireyciliğin yetmeyeceğini hissetmiş gözüküyor.
Öyleyse, özerk-ilişkisel değerlerimize odaklanarak coğrafyamızın bebeklerini tüm dünyaya da örnek olabilmesi ümidiyle desteklemeye devam!
Paylaş