Paylaş
Şu anı fark edemediğimizi, duygularımıza odaklanamadığımızı, aldığımız nefesin, tattığımız tatların, burnumuza gelen kokuların, tenimize değen rüzgarın farkında bile olmadığımızı, gün içerisinde nasıl da oradan oraya savrulup gün sonunda hiç bir şeye yetişemediğimizi gördükçe biraz durmaya, durgunlaşmaya, kendimize, bedensel farkındalıklarımıza, duyu organlarımızın dış dünyadan elde ettiği uyarıcılara daha fazla kıymet vermemiz gerektiğini fark ettiğim bir süreçten geçiyorum.
Sanırım yetiştirilme tarzımızın bir getirisi olarak hepimiz bir şeyleri biriktirmeye, geleceğe dair planlar yapmaya, zamanı daha sonra harcamak üzere bir köşede tutup hep özel günler için hayatı ertelemeye eğilimliyiz. Örneğin annelerimizin büfede bekleyen yemek takımları, misafir için kapalı tutulan salonları veya özel günlerde giyilmek için beklettikleri kıyafetleri bizim de hayatı depolayıp daha sonra kullanılmak üzere saklamamıza sebep olan bir yapıya bürünmemize neden oluyor. Hepimizin özel günler için sakladığı kıyafetleriyle birlikte daha sonra yaşamayı hedeflediği güzelliklerle dolu bir gelecek beklentisi var. Öyle ki, en güzel tatil henüz gitmediğimiz tatil, en keyifli sohbet sık görüşemediğimiz arkadaşımızla yapılan, en güzel yemek ise henüz yemediğimizmiş gibi geliyor. Halbuki, bu anda bazen yediğimiz bir elmadan alabileceğimiz lezzet ne öncesinde ne de sonrasında alınabilecek tüm lezzetlerin önüne geçecek kıymete sahip olabilir. Bazen kahve sadece kendimizle baş başayken içildiğinde aromasını en yoğun şekilde bize hissettirebilir. Ve bazen gidilen en güzel tatil yol üstünde kalınmış herhangi bir pansiyonun penceresinden güneşin doğuşunu izlemek şeklinde olabilir. Burada aslında ana unsurun eşyalar, durumlar, kişiler değil de, kendimiz olduğunun farkına vardığımızda dünyamız değişiverir.
Paylaş