Paylaş
Hayatlarımızın hep birilerine bağlı olduğunun farkında mıyız? Hep başkaları için yaşadığımızın? Küçükken anne babaların uslu çocuğu olmak, gençlikte okulun en gözde genç kızı ya da delikanlısı olmak, iş yerinde en gözde eleman olmak ve evlilikte en verici taraf olmak...
Hep başkalarının hayatlarına ilişik yaşamak. Eğreti yaşamak. Başkaları için yaşamak ve sonra da bunu her fırsatta uğruna böyle yaşadığımız insanların başına kakmak. Aslında hayatın içinde kaçak dövüşmektir bu. En küçük bir terslikte “Ama ben senin için böyle yapmıştım” demek ve tüm sorumluluğu karşımızdaki insanlara atmak.
Kendimiz için değil başkaları için yaşadığımızın ya da yaşatılmışlığımızın intikamını sözde en sevdiklerimizden almak. Hepimizin her gün ve hemen hemen çevremizdeki herkese uyguladığımız psikolojik baskı.
Mesela; kadınlar aldıkları eğitimler ve üretkenliklerini evlendiklerinde ikinci plana atmak zorunda kalıyorlar. Sebep? İyi bir eş olmak, hayatını paylaştığı insana göre yaşamak, “önce o” diye başlayan cümleler kurmak durumundalar. Çocuklar olursa bir de, iyi bir anne olmak ekleniyor bunlara.
Hayatlarımızı Nasıl İliştiriyoruz?
İnsanın hayatının bütün amacı ailesi olunca da kendisinden başka herkes için yaşamak, en kutsal görev halini alıyor. Bunu söyleyebilmek, kutsallık payesi olmazsa yenilir yutulur bir iş değil çünkü. Sonra hayat beklentilere uygun gelişmezse, evlilik umulduğu gibi değilse ya da çocuklar üzerse “Ben sizin için saçımı süpürge ettim” diye başlayan ve asla kendisi olamamış bir insanın yürek yakan pişmanlık sözleri… Çocuklar gün gelip çekip gittiğinde ve “Yapmasaydın, ben senden böyle bir şey yapmanı istemedim” derse ne olacak? Başkalarının hayatlarına dağıtıp yok ettiğimiz hayatımızı nasıl toparlayacağız yeniden?
Oysa “önce ben” demeli insan. “Ben mutlu olmalıyım, ben mutlu olursam eşimi de mutlu ederim, başının etini yemem olur olmaz şeylerle. Ve ben mutlu olursam çocuklarım da mutlu olurlar. Katı kurallar koymam, her şeyin en iyisi diye tutturmam.”
“Önce ben” demekle bencil olmak farklı şeylerdir, çok ince bir çizgi var arada. Önce ben diyen insan kendisiyle barışıktır, bir şeyler üretir. Ürettiklerini paylaşır, mutlu olmak için hiçbir fırsatı kaçırmaz, ayağına gelmiş fırsatları ertelemez. Hayatın ta içinde yer alır, ne çocuklarının ne eşinin arkasına saklanmaz. Önce kendisi için bir şeyler yapan bir kadın, kendisi için bir şeyler yapmak isteyen diğer insanları çok iyi anlar. Onları serbest bırakır. Oysa bizde evlilikler iki kişinin bir kişi gibi yaşaması olarak düşünülür.
Geleneklerimiz böyledir çünkü. Evliliğin, iki kişinin yine iki kişi olarak bir arada yaşaması demek olduğunun farkında değiliz hiç birimiz. Ortak bir hayatı iki kişi olarak paylaşmak olduğunu öğrendiğimizde daha farklı olabilir her şey. Kendimize de başkalarına da izin vermiyoruz bunun için.
Erkek de Kadın da Aynı Hatayı Yapıyor
Erkeklerimizin de bir farkı yok. Evlendikten sonra arkadaşlarla vakit geçirmek önemli bir mesele. Kırk dereden su getirmek lazım. Asker arkadaşlarıyla felekten bir gece çalmak büyük olay. Ya aynı şeyi evde oturtulan eş de isterse... İlla ki, her şey beraber yapılacak. Beraber gezilecek, beraber eğlenilecek.
Bekar günlerden olan arkadaşlar pimi çekilmiş bomba gibi. Ya yoldan çıkarırlarsa, aklını çelerlerse… Hele giyim kuşama azami özen gösterilmesi gerek. Öyle dikkat çekecek kıyafetler giymek yok! Ama dışarıda güzel giyinmiş, alımlı kadınlara imrenilerek bakılmazsa olmaz. Çünkü evdeki eş böyle değil. Onu değiştirmek için her şey yapıldıktan sonra “Sen benim evlendiğim insan değilsin, çok değiştin” diyen kadınlar ve erkekler, iliştirilmiş hayatlarından şikayet edenler topluluğu... Boşa yaşanmış bir hayat.
Oysa önce kendisi için bir şeyler yapmalı insan. Kendisi olmalı, kendi hayatının içinde yer almalı. Kendi hayatımızın kararlarını başkaları almamalı bizim adımıza. Suda yüzen nilüferler gibi yan yana yaşabilmeliyiz sevdiklerimizle. Üst üste hayatlar yaşamak, hiç kimse olmamaktır aslında. Ne iyi bir eş, ne iyi bir evlat, ne iyi bir anne ne de baba.
Psikolog Serap Duygulu
Paylaş