Paylaş
Bir çoğumuzun hiç beceremediği şeydir hayatın tadına varmak. O kadar meşgulüz ki günlük telaşelerle, burnumuzun dibinden akıp giden hayatı fark edemiyoruz. Çünkü o arada mutlaka yetiştirmemiz gereken işler vardır. Ya bir fatura ödenecektir ya bir randevuya geç kalınmıştır. Oysa görmüyoruz, fark etmiyoruz asıl hayatın kendisine geç kalıyoruz. Üstelik hayat beklemiyor da kendisini yaşamamız için.
Dalgaların üzerinde uçuşan martıları görmüyoruz mesela, ayaklarımızın ucunda kırıntı toplayan serçeleri görmüyoruz. Ağustos böceklerinin sesini duymuyor, karıncaların koşuşmasını görmüyoruz. Bir avuç gökyüzümüz kaldı ama onu bile görmüyoruz. Yıldızları görmeyeli ne kadar uzun zaman oldu?
Bilim adamları uzun yaşamanın sırrını araştırıyorlar yıllardır. Sigarayı bırak, içki içme, günde sekiz saat uyu, az ye, çok spor yap! Eee, ne zaman mutlu olacağız? Ne zaman keyif alacağız?
Hep kurallı yaşamakla uzun yaşanıyorsa bu yapılmaması gerekenleri yapan ama en az 100 yaşına kadar yaşayan insanları ne yapacağız? Elbette sigara içmeyi önermiyoruz. Gidin kendinizi içkiye vurun demiyoruz. Peki hayatın tam içine dalarak nasıl yaşayacağız? Bu her şeyi araştıran bilim adamları bir de hayattan keyif almanın kesin yöntemlerini bulsalar ne hoş olurdu!
Aslında mesele ne yediğiniz ne içtiğinizden çok, nasıl yaşadığınız ve hayata nasıl baktığınızla ilgili. Başımıza gelenleri başa gelen felaketler olarak ya da bir an önce halledilmesi gereken sorunlar olarak görüyorsak, başına gelenleri hayatın sürprizleri olarak görenle aynı düzeyde yaşamayı ve keyif almayı beklemek aptallık olur.
Hayattan keyif almak kaç yıl yaşadığımızla olacak iş değil, ya da içtiğimiz sütle yoğurtla alakalı bir durum değil. İçiniz kapkaraysa çamaşır suyu içseniz fayda etmez. Hayata güneş gözlükleriyle bakıyorsa insan, korkuyorsa hayattan, uçuk kaçık hayalleri yoksa, beklentileri yoksa önce keyif sözcüğüyle hayat sözcüğünü yan yana kullanmayı öğrenmesi gerekir.
Uzun yaşamak herkes için bir hedef ama mutsuz bir uzun yaşamı ne yapacağız ki? İçtiğimiz suya, aldığımız nefese şükretmeliyiz önce, sağlıkla uyandığımız her güne şükretmeliyiz. Ne yiyorsak ne içiyorsak severek, tadını alarak yiyip içeceğiz. Günü yaşamak dedikleri şey, yani anı yaşamak denilen şeyi yapacağız.
Bu söylendiği kadar kolay değil diyenler var mutlaka, ben de diyorum ki ‘Evet! Söylendiği kadar kolay!’
Düşünün bakalım, geçmişte neler için kendi kendinize hayatınızı zehir ettiniz? Neleri düşünüp üzülerek uykusuz kaldınız, yürek çırpıntıları yaşadınız? Nelere sinirlendiniz ve nelere çok üzüldünüz? Mesela geçtiğimiz yıl sizi üzen olay,şu anda da üzer mi? Yoksa o zaman üzüldüğünüz için üzülür müsünüz? Ya da beş yıl önce sizi öfkeden deliye döndüren olay neydi hatırlıyor musunuz? Büyük olasılıkla bir şeylere kızdığınızdan başka bir şey hatırlamıyorsunuz. Demek ki, yaşanan sıkıntılı anlar unutuluyor ama yaşattığı duygular kalıyor. Öyleyse olaylara çok kapılmamak lazım. Ne hissettiğiniz, ne yaşadığınızdan daha önemli. Kendinize karşı davranışlarınıza dikkat edin. Özellikle de değiştirilmesi mümkün olmayan olaylar için üzülüp kendinizi hırpalamayın.
Özüne sözüne çok güvendiğim bir tanıdığım çok ilginç bir şey anlattı geçenlerde: “Hayatın ağır yükü altında ezildiğimi hissettiğimde, ya da günlük koşuşturmalara kapılıp gittiğimi fark ettiğimde hemen bir çentik atıyorum bulunduğum noktaya ve hayata” dedi. Nasıl yapabildiğini sorduğumda o muhteşem cevabını verdi bana: “Aşık oluyorum” dedi. “Çevremdeki her şeye aşık oluyorum, kuşlara, dağlara, taşlara ve elbette karşı cinse aşık oluyorum. Ben kendi içimde bir aşk yaşıyorum, bunu onların bilmesi gerekmiyor, yaşadığım aşkla inanılmaz mutlu oluyorum, hayata bakışım değişiyor, hissettiklerim değişiyor, ruhuma tatil yaptırıyorum. Bundan daha güzel ne olabilir?”
Böyle düşünen ve konuşan bir adamdan daha mutlusu var mıdır? O bana bunu söylediğinden beri ben hayatın keyfine varan insanlarla, varamayan insanlar arasındaki farkları düşünüyorum.
Bir tarafta doğrudan hayata aşık olanlar, bir tarafta o hayatı yaşadığının farkında bile olmayanlar…
Siz hayata nasıl bakıyorsunuz?
Paylaş