Paylaş
ABD’de 2003 yılında kurulan Lİnkedin, Mayıs 2003’te web sayfasını açtı. 2004 yılında Facebook, yine ABD’de üniversite öğrencileri arasında iletişimi sağlamak amacıyla kuruldu. 2005 yılında YouTube, 2006’da ise Twitter oluşturuldu. Dikkat ederseniz hepsi neredeyse birer yıl arayla hayatımıza girmişler. 2010 yılında ise bugün çoluk çocuk pek çok insanın yer aldığı Instagram ve Pinterest gündemdeki yerini aldı. Bunlar en bilinenleri ve en çok kullanılanları olduğu için kısaca özetlemek istedim. Yine çok bilinen pek çok sosyal medya ağı daha var ama konumuz bunlar olmadığı için ayrıntılandırmayacağım.
Bütün bu sosyal medya ağları vasıtasıyla, televizyonla olan tek yönlü iletişimden farklı olarak çoklu iletişim ya da çok kanallı iletişim olarak tanımladığımız bir ilişki ve iletişim tarzıyla tanıştık. İşin belki de en cazip tarafı bu oldu çünkü önceden belli saatlerde bize sunulan içerikleri izlemek, o saati beklemek ve sadece edilgen durumda kalmakla sınırlanan bizler, bir anda içerik üreticisi konumuna geçtik. Bu aslında müthiş bir gelişmeydi, çünkü farkında olsak da olmasak da artık teknolojiye erişimi olan her birey aynı zamanda yayıncı, içerik üreticisi, hatta haberci olma özelliği kazandı. Günün herhangi bir saatinde tanık olduğumuz bir olayı, bir kazayı telefonlarımızla kaydederek ya da hemen o anda canlı yayın yaparak, henüz haber kaynakları olayı duyup yayınlamadan milyonlara duyurabiliyoruz. Artık ‘yurttaş gazeteciliği’ diye kavram var. Nedir yurttaş gazeteciliği? Aslında gazeteci olmayan kişilerin sahip oldukları dijital iletişim teknolojileri vasıtasıyla haber veya içerik üretim sürecine katılmalarını ifade ediyor. Elbette bu yöntem, bireyleri haberci ya da gazeteci yapmaz ancak bu imkana ulaşmış durumdayız ve artık neredeyse herkes kendi içeriğini üretebiliyor. Özellikle son yıllarda birçok sosyal medya platformunda kısa ya da uzun süreli canlı yayınlar yapılabilmesi olayı çok daha başka boyutlara taşımış durumda.
Günümüzde ise Covid-19 salgını ile beraber her eylemin, eğitimin, iş hayatının, sosyal ilişkilerin de dijital araçlar yoluyla yapılması hepimizi akıl almaz bir noktaya getirmiş durumda. Karantina süreciyle başlayan bu teknoloji-yoğun hayatlar, çok kafa karıştırıcı oldu. Zira daha önceden özellikle çocukların bilgisayarla, cep telefonları ve tabletle olan ilişkilerini belirli saatlerle sınırlamaya çalışan anne babalar ve eğitimciler için konu iyice içinden çıkılmaz bir hale geldi. Şu anda çocuklar ve gençler bütün eğitimlerini internet üzerinden bilgisayarları vasıtasıyla alıyorlar ve günün en az 5-6 saatini sadece ders etkinlikleri için ekran başında geçiriyorlar. Kafamızı karıştıran nokta da tam olarak burası aslında. Odaklanmamız gereken şey ekran süresi mi, ekran içeriği mi olmalı?
Eğer ekran süresine odaklanacaksak, o zaman eğitim amaçlı da olsa çocukların saatlerce ekran başında olmaları onları tamamen teknoloji bağımlısı yapmış olmuyor mu? Bizim de yıllardır saat sınırlamaları koyarak önüne geçmeye çalıştığımız şey aslında bu değil mi? Bu salgın süreciyle beraber gördük ki hayatımızı daha lokalize ve dar alanlarda kalarak sürdürmeye çalışmak ve dış dünyaya hep şikayet ettiğimiz bu teknolojik cihazlar üzerinden ulaşmak yapılabilecek tek yöntem. Özellikle eğitim, psikoloji ve iş odaklı merkezlerin şu an bütün işlemlerini internet üzerinden yürütüyor olması ise çok düşündürücü. Evlere kapandığımız son aylarda anlaşıldı ki teknoloji kullanımını içerikten bağımsız olarak sadece süreye indirgeyerek düşünmek sağlıklı değil. Şu an çocuklar ve gençler eğitim almak adına saatlerini internet üzerinde geçiriyorlar ve hiç kimse onların ekran bağımlısı olduğunu söyleyerek şikayet etmiyor. Aksine ders çalıştıkları için gayet memnunuz. Demek ki süreden çok asıl mesele, bireyin ne yaptığıyla, neyle ilgilendiğiyle ilgili. Aslında yapılan pek çok araştırma gösteriyor ki, ekran bağımlılığı ya da bilgisayar bağımlılığı olarak tanımladığımız kavram ağırlıklı olarak dijital oyun ya da online oyunlar için geliştirilen bir kopamama durumu. Kimse, teknolojik cihazlar üzerinden bilgi edinmeyi, ihtiyaçlarını gidermeyi, araştırma yapmayı, eğitim almayı ya da iş üretmeyi ve çalışmayı, sosyal ilişkiler yürütmeyi bağımlılık sınıflaması içinde görmüyor.
Özellikle bu son aylarda yaşadığımız süreç çok net bir durumu ortaya koydu. O da şu ki dünyanın ve elbette ki ülkemizin geldiği noktada her bireyin teknolojiye erişiminin olması ve iyi bir teknolojik hakimiyetinin bulunması. Yapay zekanın, robotik sistemlerin konuşulduğu günümüzde, geçtiğimiz hafta Elon Musk’ın açıkladığı ve insan beyni ile bilgisayarın birleştirilmesini amaçlayan Neuralink projesi bilimin geldiği ve bizi getirdiği nokta olarak çok çarpıcı oldu. İnanılmaz hızıyla yol alan bilim, nöroloji ve yapay zeka çalışmaları geleceği bugüne taşıyan buluşları ile karşımızda dururken bizim hala ekran süresine takılı kalmamız çok da anlamlı değil. Üstelik meslek seçiminde bile çocuklarımıza geleceğin mesleği olarak kodlama, yazılım gibi bölümleri önerirken bir yandan da onları teknolojiden uzak tutmaya çalışmak mantıklı değil. Bütün mesele biz ebeveynlerin hazır olmadığımız bu dijital dünyaya, çocuklarımızın doğdukları andan itibaren girebildiklerini kabul etmek. Sonrasında da yapılacak şey onları engellemek, durdurmak, yasaklar koymak değil, doğru yönlendirebilmek. Kısacası bireyin ekranda kaldığı süreden daha çok o ekranda ne yaptığına odaklanmak. Araştıran, öğrenen gençleri engellemek ne onlara ne de topluma katkı sunar. Mesele araştıran, öğrenen ve keşfetmeye meraklı bireyler yetiştirebilmekte. Bugün internetle, teknolojiyle ilgili bildiğimiz ne varsa çocuklarımızdan öğrendiğimizi unutmayalım.
Bir çocuk ya da genç, hayatıyla ilgili, okuluyla ilgili sorumluluklarını yerine getirebiliyorsa, yeme ve uyku bozuklukları yaşamıyorsa, sürdürülebilir hobileri ve sosyal ilişkileri varsa bilgisayar başında zaman geçirdiğinde sadece süreye odaklanıp onları bağımlı olarak tanımlamayalım. Artık bütün kavramların yeniden tanımlandığını ve normal olarak bildiklerimizin bile eski normal olmadığını da unutmayalım. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, eski tutumlarımızla yenilikleri kucaklayamayız, bu yeni dijital hayatlar içinde var olamayız. Yazımı Maria Montessori’nin bir sözüyle bitirmek istiyorum: ‘Teknoloji sorunun bir parçası olabilir ancak çözümün de bir parçası olabilir.’
Bir sonraki yazımda dijital hayatlara dair başka bir konuda görüşmek üzere…
Paylaş