Paylaş
Sabahın erken saatleri…
Güneşin dağların arasından doğuşunu izliyorum. Ona bakarken “Evet, kesinlikle bu bir mucize” diye düşünüyorum. Nasıl da kanıksamışım, “Güneş doğdu, güneş battı, ay çıktı” sözleri nasıl da olağan bir hale gelmiş benim için. Bu olaylara bakışımdaki kanıksamışlıkla bakıyorum kendime de, hayata da, çevremdeki diğerlerine ve diğer varlıklara da…
Dün okuduğum kitabın etkisiyle de sanırım gün yüzüne çıktı bu düşünceler içimden. “İnsan olarak, her tür olayın olağanlığının yanında mucizevi bir yaratıcılıkla var oluşunun, görünür oluşunun farkına da varman gerek” diyorum kendi kendime.
Gün geceyken, ortalığı alacakaranlık basmışken, ufak ufak, hiç sezdirmeden, usulca, rahatsız etmeden, kocaman bir şeftali çıkıyor karşıki dağın ardından. Uykusundan uyanan doğa usul usul farkediyor onun gökyüzünde yükselmekte olduğunu. Kavrulmuyor, yanmıyor… Hafif hafif gecenin serinliğinin yerini günün şefkatli ılıklığı alıyor. Ilık ılık artan aydınlıkla açıyor gözlerini yeni güne.
Güneş sakince yapıyor işini. Sakince fısıldıyor varoluşa; “Açın gözlerinizi!” Ürkütmeden, sıçratmadan, korkutmadan… Nasıl da uyumla yükseliyor gözlerimin önünde… Bu yükselişte o da form değiştiriyor an be an…
Her görünenin ardında başka bir görüneceğin olduğu, hiçbir şeyin sadece göze görünenden ibaret olmadığını öğrenmeye başladığım bu dünyada güneşin de bu fikri her gün hatırlattığını fark ediyorum. Sonsuz, kavuracak kadar sıcak ve algılanamayacak kadar büyük olmasına rağmen, hayranlık uyandırıcı ve neredeyse tapılacak kadar mucizevi olmasına rağmen, dünyaya bir bebek masumiyetinde doğuyor. Bunu fark etmek tüylerimi ürpertiyor…
Usulca, akla sığmaz yakıcılığını son derece büyük bir ustalıkla azaltarak, sadece kocaman turuncu bir şeftali gibi… Sadece dünyadaki bizlerin gözlerinin önüne serilen, nefes kesen manzaralar yaratacak kadar asilce ve kibarca… Sanat eserlerine, tablolara, fotoğraflara konu olarak, İNSAN’ın en önemli oluşum aracı olan ilham ve esinlenmeyi destekleyecek kadar olgunlukla, tüm varoluşun içindeki yaratıcı tohumu besleyerek doğuyor.
Bunu hergün yapıyor…
Her gün istiyor ki, insanlar doğa gibi bu yaratıcı tohumun koşulsuzca farkına varsın…
İstiyor ki, her güne ilhamla uyansın…
İstiyor ki, her anın Tanrı’nın yaratıcılığıyla dolu olduğunu bilerek, hissederek geçsin insanın günü…
İstiyor ki, bu her anın yaratımını Tanrı’nın bu dünyada insana devrettiğini hatırlasın insan…
Ve… Yükseliyor önümde turuncu bebek…
Kendine bebek dedirtecek kadar mütevazi bilge… Sakince ama hızla yükseliyor önümde. Yükseldikçe yayılıyor. Yayıldıkça genişliyor. Genişledikçe sayısız kolları birer ışın olup gökyüzünü kaplıyor. Kapladıkça ışık oluyor. Işık oldukça göz alıyor. Göz aldıkça daha çok aydınlatıyor. Geceyi usulca silip karanlığın tahtına oturuyor. Her delikten girip, her köşeye siniyor. Her göze görünüp, ulaşılmamış, aydınlanmamış bir köşe bırakmıyor. Öyle ışık oluyor, öyle parlıyor ki, artık gözlerim gökyüzüne bakamıyor.
Bakamadıkça kanıksıyorum varlığını, bu aydınlığın aslında bir sanat eseri, güneşin ilham dolu yaratısı olduğunu unutuveriyorum. Alışıyorum varlığına, gün boyunca içimdeki yaratıcı tohum su beklerken köşesinde yalvara yalvara, “BEN” kendi susuzluğumu dindirmek için içiyorum elime geçen her damlayı kana kana…
O bıkmıyor, usanmıyor, bu kez de onca haşmetli masumiyetiyle batarak hatırlatmaya çalışıyor bana kendimi. Yine dünyanın her yerinde sayısız güzellikte form değiştirip yatağına giriyor… Yerini geceye, aya bırakarak.
Ve bunu çabasızca, endişesizce yapıyor. Sadece GÜNEŞ oluyor… KENDİ oluyor… Tanrı’nın onun içine de cömertçe yerleştirdiği yaratıcı tohumunu yeşertmeye, varlık nedenini doğallıkla yaşamaya çalışıyor…
GÜNEŞ olmak bu demek ki…
Merhaba GÜNEŞ…
Paylaş