Paylaş
9 yaşında bir çocuk… Annesi Türk, babası Alman. Dubai doğumlu. Hayatının üç buçuk senesini Dubai'de, iki buçuk senesini Kahire'de, yine bir iki buçuk senesini daha Yeni Delhi'de geçirmiş… Şimdilerde Umman'ı keşfetmeye çalışıyor. Babasının işi gereği o ülkeden bu ülkeye taşınarak büyümüş, hayatı birbirinden farklı kültürlerle pekiştirerek tam anlamıyla uluslar arası bir genç delikanlı olma yolunda ilerleyen sıra dışı bir çocuk…
40 yaşında bir anne. %100 Türk imalatı :) Son onbeş senesi değişik ülkelerde yaşayarak geçmiş olsa da, çocuğu olduktan sonra her ülke değiştirme arifesinde yüreği hop oturup hop kalkan, çocuğuna, eşine ve kendisine her seferinde sıfırdan bir yuva kurmak, hayat standartlarını devam ettirmek ve geçişi pürüzsüz tamamlamak için aynı anda hem iç mimar, hem lojistik danışmanı, hem google veri uzmanı, hem de pedagog olma yolunda ilerleyen bir süper kahraman.
Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Yeni lezzetler tatmak, farklı kültürler öğrenmek, değişik insanlarla tanışmak, hiç görmediğin bilmediğin adetler, geleneklerle dolup taşmak… Peki ya geride bıraktıkların, bağlandıkların, alıştıkların? İlk zamanki yalnızlıkların? Bildiğin hiçbir dilin alfabesine benzemeyen, öyle sözlüğü açıp bakma lüksüne sahip olmadığın, baka baka bile yazamayacağın bir lisandan, bir o kadar daha anlaşılmaz olanına gözlerini inandırmak? Nasıl bir duygudur, çocuğuna her seferinde Roberto Benigni filmi gibi 'Hayat Güzeldir' senaryosu hazırlamak?
Okulların tatil olması ile birlikte soluğu her sene İstanbul'da alan Tümay Köroğlu Hölscher'ın vaktini çalmayı ve ona aklımdaki tüm soruları sormayı başardım. Hindistan yıllarını, deneyimlerini ve öğrendiklerini içeren yeni kitabı İnekler Aşkına'yı da konuşmayı ihmal etmedim.
Can-Marc'a büyük artıları olduğunu düşünüyorum bu ülke değişikliklerinin...
Elbette. Birçok değişik yer görüyor, dinlerini öğreniyor, alışkanlıklarına alışıyor, çeşitli kültürlerle harmanlanıyor, gelenek göreneklerini tanıyor ve sürekli yeni yerler keşfediyor. Sadece sosyal, kültürel anlamda değil, eğitimi açısından da çok büyük katkıları var. Her dilden birşeyler kapıyor, bir sürü milletten insan tanıyor, direkt uluslararası bir çocuk haline geliyor. Dünyanın her köşesinden bir arkadaşı var artık. Türkiye'de adını bile bilmediğimiz şehirlerden insanlar tanıyor. Bu da müthiş bir deneyim onun için. Ancak zaman geliyor ve arkadaşlarından kopmak zorunda kalıyor. Sürekli yer değiştirmenin dezavantajlarından biri de bu. Ortama, arkadaşlarına ve yeni hayatına tam anlamıyla adapte olması 6 ay- 1 sene arası sürüyor. Tam bunun keyfini çıkartacakken, hoop başka bir ülkeye gidebiliyoruz. Allahtan çok çabuk kaynaşan, sosyal çevreye hızla girip kendini kabul ettiren ve gittiği her yere ayak uydurabilen bir çocuk olduğundan biz bu süreçleri sıkıntısız geçiriyoruz.
Peki ya siz? Nasıl basıyorsunuz düğmeye her taşınmada?
Bu kadar yıl deneyimden sonra acayip bir pratiklik kazanıyorsunuz, artık otomatiğe bağlıyorsunuz her şeyi. Önce internetten çok kapsamlı bir araştırma safhası bekliyor beni. İlk önce okulu araştırıyorum. Ne de olsa Can-Marc'ın eğitimi en önce gelen unsur bizim için. Ne tip okullar var, onun alıştığı eğitim sistemine uygun mu? Bugüne kadar Amerikan okullarında okuduğundan, yine bir Amerikan koleji bulma çalışmaları başlıyor. Okul opsiyonları sınırlı ise, evi okula yakın tutmalı. Nerede aradığımız gibi evler mevcut? Yakınında hastane var mı? Şehrin merkezinde, her türlü ihtiyaca yakın olması çocuklu bir ailede çok önemli tahmin edersiniz. Tüm bunları toparlayıp, yeterli donanımı sağladıktan sonra gidip yeri inceliyorum. Daha sonra zamanı beklemek, yerleşmek ve yaşayarak görmek kalıyor geriye.
Büyük gün geldi ve artık çocuğunuza yeni destinasyon haberini verme zamanı. Nasıl bir yol izliyorsunuz?
Ona her zaman bir anne olarak her şeyin iyi tarafını göstermeye çalışıyorum. Okulunun fotoğraflarını gösteriyorum, evimizi tutmuşsak onun resimlerini paylaşıp odasını, balkonunu, mahallemizi anlatıyorum. Her kültürün kendine özgü güzellikleri var, onları öğretiyorum. Çocuğunuzun yeni hayatına nasıl bir psikoloji ile başlayacağı sizin ona ne sunacağınızla çok ilgili. 'Ah Can-Marc'cım, ne yapalım gitmek zorundayız, bizi bazı zorluklar bekliyor olacak' yerine her şeyin harika olacağını aşılıyorum ona. Buna kendim de inanıyorum en başta.
'Nefis bir okula gideceksin, bu sefer bir bahçemiz olacak' tarzı konuşmalar yaparak onun beynini sevmeye hazırlıyorum. Kabul etmek lazım ki, burada anneye çok büyük bir iş düşüyor. Bu görevi severek sırtlanıyorum, gerisi zaten geliyor. İlk zamanlar kendimi çok yalnız hissettiğim, oturup ağladım olmuştur. Deneyim garip bir şey, hayata bakış açınızı değiştiriyor.
Her ayrılığı aynı mı yaşıyor?
Kesinlikle hayır. Bir kere yaşı değişiyor, yaşadıklarından anladığı da….Büyüdükçe görüyorum ki, bazı ülkelerden ayrıldığında daha çok üzülüyor. Örneğin çok ilginçtir, hala Hindistan'ı konuşuyor. Onun küçük hayatında her şey okul etrafında döndüğünden, okul ve okuldaki arkadaşları önemli. Sanırım oradaki arkadaşlıkları onu çok etkiledi. Bir gün oraya geri gitmeyi, o okulda okumayı istediğini söylüyor hep.
Hindistan sizi de çok etkilemiş gözüküyor ki sonunda bir kitap yazmaya karar vermişsiniz. 'İnekler Aşkına' nasıl doğdu?
Hindistan'a yerleştiğim ilk 6 ay çıldırmak üzereydim, çok zordu benim için. Mısır bile benim için İstanbul'dan Ankara'ya taşınmak gibiydi. Ortadoğu kültürüne alışık biriyim ne de olsa. Hindistan'a gidince dünya sınırlarımın dışına çıkmış buldum kendimi. Sokakta gördüğüm, kokusunu duyduğum her şey, daha önce dünyanın hiçbir yerinde görmediğim duygular uyandırdı bende. Sanki başka bir gezegende gibiydim. Öyle bir depresyona girdim ki, kendimi okumaya verdim. Ya bu insanları, kültürü anlayacak ve nefes alacaktım; ya da bu çarkın içinde boğulacaktım. Her şey kitaplarla başladı. Oğlumun Amerikan Koleji'nde inanılmaz dev bir kütüphane vardı. Oradan her gün deli gibi kitaplar alıyordum. Tesadüfen elime bir kitap geçti. Bu kitapta Hintli kadınların giydiği kıyafetlerin arkasında gizli detaylar yer alıyordu.
Kıyafetlerin sembolleri, çeşitli parolalar, kıyafete bakarak kadının hangi dinden olduğunu anlama, bulunduğu sınıfı öğreten bir kitaptı. Daha sonra Sari'ler beni aldı başka yerlere götürdü. Derken yeri göğü inleten festivalleri, bizlerin anlam veremeyeceği inanışları ilgimi çekmeye başladı.
Ne yapıyorlardı da anlam veremiyordunuz?
Mesela birgün kapıların önünde kırılmış, çatlamış karpuzlar gördüm. Koskoca karpuzu ikiye kırıp evlerinin önüne koymuşlar. Efsaneye göre büyük Hint Tanrısı Rama, ormanda şeytanla savaşa girer ve şeytanın kafasını parçalar. Kapının önüne konan kırık karpuz da bunu simgeler. Bunun gibi onlarca, yüzlerce bir şeyleri temsil eden semboller görmeye başladım. Müthiş bir merak uyandırdı bende. Karpuzun sebebini, alınlarına yapıştırdıkları kırmızı noktanın anlamını öğrenmek istedim. Festivallerde yaptıkları ritüellerin ne anlama geldiğini bilmek istedim. Sonunda da kendimi yüzlerce bilginin arasında buldum. Sanırım her şey böyle başladı.
Kitap daha çok nelerden bahsediyor?
Bu bir gezi kitabı değil, günlük de değil. Bir roman hiç değil. Deneme türünde bir kitap diyebiliriz. Hindistan ile ilgili birçok bilgiye sahip. Kitabı anlaşılır kılması için bölümlere ayırıp yazdım. Bir bölüm, Sari'lerle ilgili enteresan bilgilere yer veriyor ise, bir diğer bölüm benim yaşadığım tecrübelerle dolu. "İnekler Aşkına" sizi bazen güldürecek, bazen gözyaşlarına boğacak yaşanmış hikayelerle dolu.
Okuduğumda beni en çok etkileyen; kadınların erkek, erkeklerin kadın gibi olduğu bir kültüre sahip olmalarıydı. Müthiş bir gözlem...
Erkeklerin manikür-pedikür yaptığı, kadınların ise inşaat malzemesi taşıdığı bir ülke Hindistan. Sıra dışı inançları beni hep şaşırtmaya devam etti. Acı biberin kesinlikle elden ele verilmediği, tıpkı bizdeki bıçak veya makas gibi kavgaya tutuşma sebebi olabileceğinden masaya bırakıldığı, dar pantalonu 'kötü kızlar'ın giydiği, yirmi yaşını geçip evlenemeyen kızların beceriksiz, yirmibeşten sonrakilerin sakat olarak adlandırıldığı bir kültürün hikayesidir bu.
O halde bütün yabancılar 'kötü kadın' kategorisine giriyor onlar için?
Tabii… Ben kötü kadın profilinin en baş örneğiydim onlar için. Dar pantalon giyiyor, bira içiyor, kırmızı oje sürüyor, bir de bunlar yetmezmiş gibi sigara içiyordum. Artık beni ne Brahma ne Vişnu kurtarabilir :))))
Aman allahım! Biz Türkleri şaşırtan başka neler var kitapta?
Columbus baharatların peşinde koşmak için Hindistan'a gitmeye çalışırken yanlışlıkla Amerika kıtasını keşfeder. O yüzden Amerika'daki Hintliler'e 'The Indians' adı verilir. Geçmişe dayalı hikayelerin dışında yaşayan en çarpıcı örneklerden biri de 'Dul Yanığı' idi benim için.
Bir gün bir dükkana girdim ve karşıma cüzzamlı gibi ağzı burnu yok olmuş bir kadın çıktı. Korkarak kendimi dışarı attım. Beni tanıyan esnaf 'korkmanıza gerek yok, bu teyze dul yanığıdır' dedi. Hindistan'da bir kadının değeri erkeğinin yanında ölçülüyor maalesef. Kadın evlendiğinde kısmen bir statü atlıyor. Eski zamanlarda kocası ölen kadın değersiz ve lüzumsuz olarak adlandırıldığından, kocasının yandığı cenazede kendini ateşe atarmış. Başka şansı yok, çünkü o atmazsa başkaları onu yakıyormuş. Dul kadınlar yakılırmış anlayacağınız. Artık günümüzde bu adet yasaklanmış olsa da, ilkel bölgelerde bu gelenek hala devam ediyor.
İnekler Aşkına'yı kimler okumalı?
Eskiden olsa sadece Hindistan'a yolu düşecek kişilerin okuyacağı bir kitap derdim. Ancak artık Türk insanı dünyaya açıldığı, her yere merak saldığı ve özellile ruhani anlamdaki evrensel düşünüşleri ile Hindistan kültürüne kendini yakın hissettiği ve örnek almaya çalıştığı için, biz meraklı Türklerin bir solukta okuyacağı bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Bu kitabı okumak için oraya gidip gitmeyeceğinizin bir önemi yok. Kitap sadece Hindistan'ı değil, insanlık doğa ve yaşadığımız yerin kıymetini bilmek ile ilgili insanlık adına mesajlar veriyor. Hintlilerin doğaya yakınlıkları ve tutkularıyla bizlerin kaybettiği değerlere sahipler. Bunlardan hepimiz dünyanın hangi coğrafyasında olursak olalım kendimize pay çıkartabilir, hayatımıza uygulayabiliriz.
Kitap sadece Hindistan'ı anlatmakla kalmıyor. İnsanlıkla ilgili eşsiz dersler veren, sevginin iyileştirici bir etkisi olduğunu gösteren, doğru nefes alıp vermenin ilaç olduğunu anlatan, doğaya dokunmanın en büyük ihtiyaç olduğunu gözler önüne seren bir kitap. Eğer kendinize iyi gelecek, ruhunuzu okşayacak, yüzünüze tebessüm koyarken gerektiğinde hüzünlendirecek, farklı kültürlere saygı ile yaklaşmanızı sağlayacaksa ne mutlu bana!!!
Hepimiz kendi kültürümüzden farklı olanlara önce şaşkınlıkla bakar, sonra biraz alay eder ve eleştirir, daha sonra bize en uygun olan özelliklerini içinden çekip alırız. Bu konulara ilgisi olan biri olarak İnekler Aşkına ile bilmediğim çok şeyi öğrendim, en önemlisi şükretmeyi tekrar hatırladım...
Şiva'yı selamlıyor, Ganeş'e dileklerimi yolluyorum. Tümay Köroğlu Holscher'den de pek yakında bir Umman kitabı bekliyorum :)))
Paylaş