Paylaş
Herkesin hayatında bir çınar ağacı varsa şanslıdır, iki çınar ağacı varsa çok şanslıdır.
Benim ellerinde büyüdüğüm iki çınar ağacımın biri hayatta değil artık, öyle bir geçmişleri var ki sadece benim değil, annemin de ellerinde büyüdüğü çoook eskilere dayanan. Dalları, kolları, kökü ve gövdesinin, her anımıza şahit olduğu bir çınar ağacı.
Ne zaman bunalsam, ne zaman sıkılsam, gövdesine gidip kafamı yaslasam, nerden gelip nereye gittiğimi hatırlatan, bütün negatif düşünceleri kökünde bıraktığım, içimi sadece huzurla doldurup, beni yeşerten çınar ağacım benim o.
Naciş Teyzem; benim anne yarım...
Annemin de benim de aynı kişiyi anne yarımız yapmamız da bir tesadüf değil belki. Her buluşmamızda anneme hep daha da yaklaşan bir bağlantıda bulurum kendimi. E dile kolay Naciş Teyze sadece yazlık komşumuz değil. 55 sene önce Naciş’im 30’lu yaşlarındayken İstanbul’da evlenip geldiği ev, annemin dedesi ve babaannesi ile yan yana, yani önce annemin sonra benim evlenene kadar yaşadığım, büyüdüğüm ev... Büyük dede ve büyük babaanne ile dostlukları aynı zamanda yine beraber olmak için yazlığa taşınmış bir dostluktan bahsediyorum, dostluğun yaşı 55 olan... Annemin yaşı kadar olan bir dostluk. Şimdi içine benim çocuklarımı bile sığdıran. Naciş’li günlerim, anneli günlerimdir aslında.
Şimdiki çabam, kızımın da onunla bolca vakit geçirmesini sağlamak. Geçmişi, geleceği, hayatı, çocukluklarımızı, değerleri, değersizleri, ilişkileri, hele de o mutfağını tanımasını istediğim en güzel halleri...
Hani kitabım “Ev Kokusu” var ya, ikincisi de yolda olan... İşte onun resmidir Naciş Teyzem...
Beni bilen, beni tanıyan, bütün pin kodumu çözen, “Ev Kokusu” benim için ne demek bilendir.
Geçtiğimiz günlerde, bahçesinde ben çocukken fidecikler diktiği, şu sıralar iki yüz kadar olan meyve ağacının arasında dolandım durdum. Bazen altında yatıp uyudum, bazen de aile miniğimiz bebeği ve kızımı gezdirip oyunlar oynadık.
Kahvemizi içerken, onun torunu ve benimkiler de dahil bütün torunlarını izlerken o koca cevizin yanındaki kamelyasının altında bana yine oraya almaya gittiğim cümleyi söyledi: “Hayatımızda ilişkiler pürüzlü ve zorlayıcı olabilir; bazen fazla, bazen daha fazla. Nilüfer’e de (annem oluyor) hep söylerdim. ‘Öylece severek başlayıp dosdoğru sonsuza kadar mutlu yaşadılar’a atlamaz hayat hiçbir zaman.”
İlişkiler güzel ve dayanlıklı bir şey haline gelmek için zaman, kabul ve çaba ister. En canımız dediğimizde bile güven, dürüstlük, samimiyet ister.
Bazı konularda o kadar dolmuş ve birikmiş olduğumu anladım ki uzun zamandır isteyerek ve rahatlayarak bu kadar ağlamamıştım.
Bazen annesizliğin beni alabora ettiğini; dizini, omzunu, kokusunu aradığım zamanlarda yalnız başıma kalmanın daha iyi olacağını düşünürüm.
İşte yine öyle bir zamana denk geldiğinde buldum çınarımın dibinde kendimi.
İnsanın içini bilen, gerçekten bilen birinin olması o kadar önemli ki hayatta. Farzedin ki kasada paha biçilmez mücevherleriniz var.
Bununla eşdeğer insanın hayatında içini bilen birinin olması. Her kelimesi, her sözüyle sizi derinden etkileyen birinin olması bu hayatta, gerçekten çok özel bir şans.
Bu ilişkinin en büyük ve tek özelliğinin de ‘koşulsuz ve şartsız, sitemsiz bir ilişki’ olduğunu idrak ediyor insan kendi yaşı geçip kemale erdikçe.
O anne yarısı olmak koşulsuz, şartsız, her daim anlamını taşıyan çok büyük bir sıfat...
Dile kolay… Adı ‘annelik’ten geliyor.
E, öyle değil mi zaten hayat? “Ağlarsa annem ağlar, gerisi yalan ağlar” değil mi?
Ben tek kelime etmeden, beni gözümden anlayan o yaslandığım çınar ağacım ondan hiç beklemediğim bir sözü öğütledi bana: “Bazen yolunda gitmeyen ve senin ruh halini hayatın içinde tıkayan ilişkiler olduğunda kendinden eminsen eğer, kendini yüreklendirmenin, kanatlandırmanın en güzel yolu yürüyüp gitmektir.” İş, aşk, insan her neyse sorun olan...
O ağacın altında anlattıklarını gözüm yaşlarla dinlesem de aslında içimdeki tüm cam kırıklıkları, buruklukları tamir ettiğini anladım. Bu onarım süreci bazen devamla sonuçlanabiliyor ama. Asıl olan insanın içini derleyip toplamaksa, ben ortalığa saçılan çok şeyi temizledim, derledim, toparladım. Bütün mesele üstüne yapışıp, seni çekiştirenleri silkelemekle başlıyor aslında. Bunu yapmaktan hiç çekinmemek lazım. Her fazlalığı silkelemek, o sırt yükünden kurtulmak gerekiyor. Yoksa bir bakıyorsunuz kamburlaşıyorsunuz, ağırlaşıyorsunuz, yavaşlıyorsunuz. Üstelik farkına bile varmadan...
İnsan büyüdükçe, değer ve inançları evrim geçirdikçe, aslında sizin gerçeğinize ayna tutanlar çekiyor sizi sihir gibi...
Yoksa o fazlalıklar, sizi yavaşlattıkça siz de yolunuzdan alıkoyuluyorsunuz. Enerjinizi küçük küçük kaybetmeye başlıyor ve her şey yarım yamalak oluyor.
Annem bana hep günlük hayat içindeki konuşmalarda oldukça basit ve sıradan bir şekilde “Bir şey yapacaksan adam gibi yap” derdi. Zamanını, enerjini, paranı bir şeye yatıracaksan ona her şeyini verdiğinden emin ol. Ben ya da başka biri istiyor diye gönülsüz, özverili olmaya gerek yok.”
Sor kendine: “Sen ne istiyorsun?”
İşte o koca bahçede günlerim, kızıma burada yetişen tüm sevdiğim meyvelerin yerini bildiğimi söyleyerek geçti. Ceviz, incir, fındık, şeftali, elma, nar, armut, yenidünya, kayısı, vişne, kiraz, dut, erik, ayçiçekleri… Bütün bunlar nispeten ağaçlardan sallanan görünür meyvelerdi. Ama en sevdiğim böğürtlen ve frambuazların yerini bir tek Naciye teyze ve ben biliyorduk. “Sıcak-Soğuk” oynayarak çocuklara bulmalarında yardımcı olduk.
Ben de küçükken gelir, doğru oraya koşardım. Tilki ve sansar hikayelerinden hiç korkmadan en kocaman böğürtlenleri kabıma veya poşetime toplamaya giderdim soluk soluğa.
Her gelişimde, aslında bir tek böğürtlen toplamaya gelmiyormuşum öyle diyor Nacişim. Eğer annen yollamadıysa, sen ne zaman, “Öylesine seni görmeye geldim” desen de anlardım ben bir şeyler olduğunu, anlardım kafanda düşünceler olduğunu der hep bana.
“Bugün de öylesine gelmedin, böğürtlenlerle birlikte bir sürü şey alıp gidiyorsun” dedi Naciş Teyzem.
“Anneme geldim” dedim.
Bu gelişimdeki o sarılmamızı hiç unutmayacağım Naciş’imle.
“Ağlattın beni yaaa, sen çocukken de böyleydin bir tuhaf sarılıyorsun insana, içten içten ama sarılmıyorsan eğer anlarım ben” dedi. Kıkır kıkır güldük sonrasında.
Kan bağından çok ötedir bazı sevgiler, en canından, en hasından öte...
Ne akıl erer, ne baş.
O da sırrıdır insanın; o bağda ne bulduğu, neyi kaybettiği, neyi aradığı...
Kızların kucaklarında bizim Ali... Böğürtlenleri bulup sevinç çığlıkları attıklarında, benim de içimde kelebekler uçuyordu kanat sesleriyle... “Şimdi harekete geçme zamanı” dedim içimden... KALK, SİLKELEN, TOPARLAN, NEŞELEN.
Bütün sevdiklerime, bütün kalbimden geçenlere ve burada bana dokunanlara, benim size dokunduklarıma dileğim: HAREKETE GEÇİN!
Bütün niyet içimizde ise eğer ihtiyacımız olan her motivasyon sadece bizde, kimsenin enerjinizi çekme çabasını görmeyin, bakmazsanız burnunuzun ucunda da zıplasa görmüyorsunuz zaten, daha doğrusu görünmez oluyor sizin için. Siz bakın hep önünüze!
Ne hayatınızda istediğiniz harika işi emek vermeden alabilirsiniz ne de hayatınızın aşkını oturduğunuz koltuğunuzdan bulabilirsiniz.
İhtiyacınız olan şey: Kararlılık, olumluluk ve tutku...
Ben anne yarısı çınar ağacımdan dönerken, deniz aşırı yolda, kucağımda atan iki kalple yol boyunca bana eşlik eden düşüncelerimde sadece bu vardı; beni bana yaklaştıran tek şey...
“Bazen geçirdiğiniz zor zamanlara göz atmak için bir dakika bile faydalıdır çünkü bardağın yarısı daima doludur.”
Özlen ben, artık dalgalanmadan durulan, koşmadan yorulan, sakin, dingin, hep telaşsız, en güzel halinde yani “kendi halinde!”
Paylaş