Paylaş
"Ben buyum, değişemem artık" ya da "ben buyum bunu kesin değiştirmem lazım" deyince güzelleşmiyor mu hayat?
Yani kısacası her daim aynaya bakarak güzelleşmiyor muyuz?
Yıllar geçtikçe, özellikle kırktan sonra “karakterimin bir parçasıdır” dediğimiz konular olması gereken yere demirlemiyor mu artık?
Kırk yaşını geçenlerle konuşurum ben bu konuyu, öncesinde değil. Sadece dinlerim ve kırklara gelsinler yine konuşalım derim.
Hep öyle olmaz mı, zaman hayatta çok önemli bir gösterge, olmuşluk dediğimiz hikaye de tam bu noktada başlıyor işte. İnsan da, tam olması gereken zamanda oluyor, olgunlaşıyor. Çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz bir şeyin aksini gördüğümüzde adına tecrübe diyor, çıkıyoruz işin içinden. Kimsenin, “yahu ben hatalıydım” demek gelmiyor içinden. Aynaya baktıkça hiç hata görmüyor, hatta başkalarına bakmak ve onların kusurlarıyla meşgul olmaktan kendine dönüp de bakmıyor hiç. Hadi diyelim baktı… O zaman da gördüğü kusursuz olduğu ise, işte durum fenalaşıyor. Bence en kötüsü de herkesin kendini yardımseverlik, dürüstlük, yalansızlık, doğruculuk gibi insanın övündüğü konularla eşdeğer tutması. Zannedersin bu dünyayı bir sen kötüleştiriyorsun, bir de ben kötüleştiriyorum. İkimiz dışında kimse ama hiç kimse dürüst olmayan,yalan söylemeyen ve hep açıksözlü biri.
Hatta, “koca yüreğinle söylesene” dediğinde “tamam söyleyeceğim” deyip söylemeyenler ve üstüne yine dürüst olmayanlar. Karşısında duygulandığında neye üzüldüğünü bile anlamayanlar, kendini ifade etmekte değil; kendini zor tutup, aslında kırmayacağım ben bu dalı, kıran ben olmayacağım en azından diye çabaladığını bile hissedemeyenler. Aslında o an zaten her şeyi ,orada haline bırakarak bitirdiğini bilemeyenler. Hayatın akışında en kolay şey, şimdi ister adına yalancı deyin ister kaypak, ister dengesiz, ister dürüst değil adı her ne ise ve nasıl hissettiriyorsa bence tam da öyledir karşındaki. İnsanı hayatta yavaşlatan ilişkilerdir bunlar, yani gerçekten dinamik bir hayatı olanlar için. Diğerleri için ise zaten bayağı bir hobi şeklini alan, iş edindikleri doğal yaşam biçimidir. Adı ve türü bellidir: “herşeyi en iyi bilen olma.”
İnanç ve düşüncelerine büyük bir kararlılıkla sarılan, “Artık benim görüşüm/hissim değişmez” gibi net cümleler kuranları düşünüyorum da, önce kendim dahil, sahi ne çok şey değişiyor hayatta. “Ben onun ciğerini bilirim”den nerelere getiriyor hayat değil mi? O kadar çok şey anlatıldı ki, o kadar benzer örnek gördüm ve dinledim ki… Hala da, “ben biliyorum” demem. Hatta bilmiyorum arkadaş, bilememişim ki zaten kimseyi. Annemi, babamı, kardeşimi, arkadaşımı, canım dediğim dostumu hatta evladımı… Emin olduğum hiçbir şeyi bilememişim ben. Zihninde kendini sınırlayıp karşısındaki insan için bütün “ya o kadar da değilse” diyeceğimiz türden düşünceler için, esnek olmayı kapatmış olan yine ben olmuşum. Biziz işte sorumlusu, kendimiziz. Kimsenin hatası değil.
Daha geçen gün kızıma bu cümleyi kurdum.
“Hayatın senin önüne çıkarabileceği ihtimalleri sınırlandırma çünkü gerçekten neyin ne olduğunu asla bilemeyiz, ben dahil” dedim! Tek gösterge vardır belki, o da azıcık gözlem ve azıcık da hissiyat. Hepsi bundan ibaret kalır, geri kalan her şey deneyim. Üstelik bunu “Ben böyle bir insanım” diyerek sunuyorsa sana ve çevresine, işte daha da temkinli ol ve bunu tecrübe etmeye hazır da ol diyebilirim. Hani o doğrucu davut gibi bildiği bilmediği her şeyle ilgili fikri olan ve bilirim diyenler var ya onlar hiçbir şey bilmiyorlar. Bir kendilerinin düşünceleri doğru, bir kendi dediklerini biliyorlar, başka da kimseyi duymuyorlar bile zaten.
“Bir ben var benden içeri” denilen hadise bu işte. Eşek yükü kitap okuyarak öğrenilecek şeyler değil, dibine kadar yaşaya yaşaya öğreniyorsun.
İçeride olan “sen” var, bir de dışarıda algılanan, ya da iste ama isteme görünen.
“Sen, seni bil” diye boşuna dememişler, bir bilebileceğin bu hayatta kendindir, kendinden başkası da değildir.
Şu her şeyi espiriyle karışık da olsa ağzında, iki dudak ucunda söze dökenler var ya hani… Her daim, her ortamda, ömrü boyunca, her şekilde ve herkese… İşte o deli kadınlardan korkmuyorum ben. Çünkü bence içi, dışı olabildiğince bir’ce… Ama deli gibi görünenlerden çekiniyorum hep, çünkü sadece “gibi”. Gibi olan her şey muammadır benim için.
İçinde taşıdığı kişiyle dışarıya gösterdiğin aynıysa eğer her daim, işte bence huzurlu ilişkilere dair başlangıçlar orada başlıyor ve kök salıyor.
Ama ne kadar seversen sev ya da sevmek istersen iste, yetmez bazen sadece sevmek istemek. Karakterlerin arasında derin farklar olduğunu kırklı yaşlar daha da çok gösteriyor insana. Sonra bir bakıyorsun, orta yaş dediğin hadiseden tut da, eşi, dostu, evliliği; eğer varsa bir işi, ona dahil tüm ilişkilerindeki krizleri, ne bileyim işte eskiden güzel geçen vaktinizde ona karşı azalan tahammülü ve en sessiz olduğunda bile kulağınızda size gürültülü gelen ve yoran hali, göğüse oturan ve genelde hiç kalkmayan tuhaf sıkıntı hissi...
İşte bence o hep, sadece başkalarına kim olduğunu anlatmakla geçen bir ömrün kabuklaşmış yük hali. Bence tek sebebi de kendisine soracağı “ben kimim?” sorusundan yıllarca kaçmak. Ben kimim dediğinde, “birinin bir şeyiyim” diyenlerle, diğerleri diye ikiye ayırıyorum artık insanları. Eskiden sadece niyetleri ayırırdım kendimce, artık o da yetmiyor tutturamıyorum hislerimi. E kolay değil ben de yaşlanıyorum, hadi onu da geç, boşveriyorum. Yanılgıya düştüklerimi görmek beni artık üzmüyor ama pişiriyor.
Karakter tanımını, kendinden başka her şeye bağlamış insanlar olmuyor bana; kimin kim olduğunu ben bilemem. Hiç de anlatma çünkü dinlemem.
“Sen kimsin?” yerine “ben kimim?” diye sorun kendinize. Ohhh miss….
Kendini işiyle, eşiyle, aşıyla, anası babası, danasıyla, hayat standartlarıyla, cebindeki parayla, kalan mirasıyla, eviyle, arabasıyla, yazlığı ve kışlığıyla ve en önemlisi kendisinin önemsediği başkalarının gözündeki yeriyle, kendini tanımlamış olanlar için bence bu “ben kimim?” sorusuna cevap vermek biraz zor oluyor. Çünkü bir süre sonra kim olduğunu unutuyor,sadece olmak istediği kişinin özelliklerini taşımaya başlıyor. Varlıklarını sadece başka kişilerin ya da nesnelerin varlığına ve başkalarının onayına bağladığını hiç kabul etmek istemez onlar. Hani senin samimiyetle, yumuşatarak anlattığın, ağlarken, güldüğün, insani ama komik buldukları hikayelerin ve yaşanmışlıkların varsa gönül açıklığıyla paylaştığın… Hani “oldu da paylaştım” dediğin… ama ben yine de herkes seni çok iyi tanıdığını düşünedursun, bir türlü içinden geçip de söyleyemediklerini gün gelip iyi ki de paylaşmamışım dediğinizi duyar gibiyim. Biliyorum çünkü ben de aynen öyleyim. Ağızlarına dolattıkların, dillendirdiklerin için bir kere bile kızma onlara, senin eserin onlar ve olanlara hiç vızıldama. Fazla mütevazi olmuşsun demektir ve başkalarına sadece seni eleştirme hakkı vermişsin demektir. Sen vermesen de o hakkı almış görünür kendince. Sana üzülür, sana sevinir, zaman içinde acır gibi bir ruh haliyle çok sevinmiş görünen, “ahh senin adına çok mutlu oldum” diyecek kadar da samimiyetsizdirler.
Sanki hiç derdi yokmuş da, sadece senin eksiklerin onun mutsuzluğuna sebepmiş gibi.
Ağzından çıkan sen ol, olma sensiz her yerde seni konuşan bu kimselere, bir hakiki adam çıkıp da, “iyi de senin bu kadar derdin, sorunun, olanın, olmayanın, yolunda gidenin, gitmeyenin varken niye bu kimseler üstünde konuşuyorsun?” demez çünkü diyemez.
Herkesin her şeyini apaçık gördüğünü ama kabullerin olduğu için ses çıkarmadığını sonradan anlarsın, çok sonradan.
Tecrübesizliğin, tecrüben olur bu insanlara bakış açına dair. Ve geçer gidersin.
Hakikaten elaleme sürekli bok atıyorum ama “ben kimim yahu?” diye kendisine sorup, cevaplamak yerine en kolay olanı ve kendini daha iyi hissedeceği şeylere yönelip dikkatini kendisi dışındaki insanlara, hayatlara, objelere verip, meşgul olurlar bence uzunca bir süre. Kabul ediyorum elverişli şartlar uzunca bir süre anestezi etkisi yapıyor yaşamları süresince. Ama unutulmasın ki, geçici vizeler gibidir hepsi. O sandıkları kuvveti kendilerince hep hissettikleri sürece sürer bu rüya sadece. Sonra yeniden tanımlamak lazım, yeniden yeniden.
Çok güzeldir bu his. İçten içe onları kemiren kendileri ile ilgili sebeplerini kısa süreliğinede olsa ötelemekle mutlu olurlar.
Ne güzeldir o, kendinden uzaklaşma ve başka şeylere “sardıkça” mutlu olma hissi. Ama o sardıkları şey için de heyecan biter bir süre sonar. Yeni şey lazımdır yoksa kendisi ile başbaşa kalır.
Ve insan işte, kendine dönüp bakmayı seçmedikçe aynı sahte “yeni” heyecanlar ve eylemler devam eder ömrü yettiğince.
Benim nacizane kırk bir yaş hissime gelince… Kuvvetle muhtemel, mutluluk dış faktörlerde arandığında, gelinen yer hep aynı nokta.
Yeniler hep eskiyecek, ama hep.
Sen kendine “ben kimim?” diye sormadıkça ve kendine kendini anlatmadıkça önce kendinle başlarsın oynamaya, sonra başkalarının hayatlarıyla.
Bence kırk yaşına kadar kendine “ben kimim?” dememiş, hep başkaları için yaşadığını düşünmüş, hep bu dünyaya vermeye geldiğini, hiç almadığını düşünen, çok ama çok iyi kalpli ve hep kazık atılan insan olduğuna dair mağdur insan muamelesi yapıyorsa bir insan kendisine… Hayatında hiç kendini tanımaya vakit ayırmamış derim ben de kendimce.
Karakteri çevresel faktörlere bağlı olmayan insanlar varsa eğer etrafınızda, bence çok azlar ve muhtemelen iyi birileri onlar, bilginize. Onun kim olduğunu belirleyen şeylerle, sizin için onun kim olduğunu belirlediğiniz özellikler eşleşmiyorsa eğer, zaten kafadan bu ilişkiler ömürlük olmaz arkadaş. Buraya kadar paylaştıklarım sadece düşünce idi ama şimdi bir kaç tane de kendime ait kırk yaş sonrası tecrübemin altını çizebilirim. Düşüncemi merak edenlere…
Böyle insanlar işlerini kaybettiklerinde, hayat arkadaşlarını kaybettiklerinde, hayat standartları değiştiğinde çok ama çok zor zamanlar yaşarlar, derinden sarsılırlar. Öyle böyle değil, bu hayatta “neden olmasın ki?” dediğiniz her türlü olayın her insanın başına gelebileceğini bir tek onlara çok uzak hikayelerden, masallardan, belki televizyon ya da ola ki sohbetlerden bilirler. Ya da senin benim başıma gelenden işte ,o da küçük bir ihtimal. Her şeyle ilgili teselli metodları vardır. Nazikçe ve sabırla dinlersin o boş, uzunca kurulan cümleleri ve aynı şeyleri tekrar eden nakaratları. O kadar görür ve bilirsin ki, konuyla ilgili hiçbir şey hissetmediğini ve anlamadan konuştuğunu “mış gibi” yapar geçersin sen de, çünkü bilirsin ki başa gelmeden bilinmez. İçinde azıcık sevgi varsa karşındaki insanın saçma çaresizliğini ve manasız tesellilerini bilip, buna benzer olaylarda altından kalkamayacağını görüp içinden çok ama çok içten bir tek cümlelelik dua geçirirsin yine kendince. “Allah o benzer günleri ona hiç yaşatmasın” diye. “Başına gelen onun başına gelmesin” diye. O nasıl bir merhemdir anlatamam. İnsan bunu gerçekten dilediğinde kendi yarasını da sarar. Kendini iyileştirir, başkalarına güzel dualarla o senin fark etmeden içini acıtırken, sen kimseyi acıtmadan sadece içinden dua ettiğinde iyileşirsin.
Adın gibi bilirsin işte, işte şimdi buna tecrübe diyebilirsin.
Bütün bu hislerimi cümlelere dökmeyi, benden geçen ve benden giden birkaç kişinin bana öğrettikleri ile kurabildim.
Sahi bu acıyı nereye koyabilirim diye düşünmeye başladığımda on bir yaşlarındaydım.
Hep alıp, bir yere koyma hissi ile geçmiş zaman. Şimdi kırk bir yaşında nereye koyacağımı öğrendim diyebilirim artık.
Orada, olduğu yerde bıraktım acıyı. Küçüklük haliyle insanın kalbinde kalıveriyor ve taşımadan bir kenara bırakabileceğini küçükken bilmiyor. Sonra bir şey oluyor, izahı olmayan bir şey. Omzundan sıkı sıkı tutup şimdi şu an olduğun yere bırak bak düşmeyeceksin tutuyorum diyor. Biliyor musunuz öylede oluyor. Sonra herşeye yeniden başlıyorsun, bütün bildiklerini unutup ilk adımı atıyorsun.
Şimdi düşünüyorum da, bana ne başkalarından yahu! “ben bu kadar cahil olduğumu bilmiyordum” diyorum.
Özlen ben
Lara ve Ali’nin annesi
Ağustos 2017
Paylaş