Paylaş
Bir dönem sürekli alışveriş yapardım. Gideceğim bir davet için günler öncesinden ne giyeceğimi düşünür, evdekileri beğenmez kendime yeni giysiler alırdım. Misafirlerimi ağırlayacağım akşam yemeği için uykularım kaçar, masayı güzelleştirmek için yemek menüsünden masa düzenine ince datayları tamamlar dururdum. İki kereden fazla kullanmadığım kozmetik ürünlerim vardı mesela.
Dolaplar eşya ile dolar, içimdeki eksiklik duygusu baki kalırdı. Şekilcilik öyle sarmıştı ki beni; dostlarımla yaptığım kahve sohbetlerinden dahi tat alamıyordum; kafamda sürekli şu fincanı şu bardakla servis edeyim, fonda da şu müzik çalsın, kimse gelmeden evin tozunu bir kez daha alayım.
Sıradan günlerde de durmazdı kafam; yeşil bluzun altına hangi eteği giysem, akşam balık salatayla günü mü kurtarsam karnıyarık mı yapsam gibi manasız düşünceler uçuşurdu.
Sonra bir gün başetmekte gerçekten zorlandığım dertlerim oldu. Değil şekil düzen düşünmek, yorganın altından kafamı çıkartmak istemediğim bir dönem. Yıllarca mükemmel görünmek adına sorunlarımdan, üzüntülerimden, kavgalarımdan o kadar çok kaçmıştım ki, şimdi hayat benle kaçacak nokta bırakmadan dans ediyordu. Nasıl göründüğümü düşünecek halde değildim, salya sümük ağlamalar, korkudan titremeler, günlerce aynı pijama ile eve kapanmalar gibi depresyonun tüm gereklerini yerine getirdim. Sizin de bildiğiniz gibi annelerin depresyonu fazla uzun sürmez. Ödevimi okulda unutmuşum, dondurma yemeğe gidelim mi, arkadaşlarımı eve çağırabilir miyim, asla o pantalonu giymem anne gibi küçük adamın cümleleri, tam havalı bir şekilde 'batsın bu dünya' pozuna girecekken sizi yeniden sorumluluk sahibi anne olmak zorunda bırakır.
Dolayısıyla depresyonumun tam da tadına varamadan sorunlarla başetmek, çözmek ve hayata devam edebilmek için yeniden ayağa kalktım. Kolay ve kısa bir süreç değildi. Fakat bana ilginç bir bakış açısı kazandırdı. Ev kirlenebilirdi, her zaman derli toplu olmak zorunda değildi, dostlarla masa başı sohbet çok keyifliydi ve günler öncesinden hazırlanmaya gerek yoktu. Evde olanlarla bile nefis bir masa hazırlanabilirdi. En önemli davetlere bile giderken son dakika dolabı açıp giyecek bir şeyler bulup, çok güzel görünülebilirdi. Daha küçük bir evde, çok daha az eşya ile hayat çok keyifli olabilirdi.
Farkettim ki artık tüketime vakit ayırmaz olmuşum. Alışveriş merkezlerinin yerlerini unutmuşum, dolaplarım ferahlamış.. Ama en önemlisi zaman bana kalmış, hayattan keyif almaya başlamışım. İki günlük bir seyahat için koca bavul taşıyan ben, şimdi sadece yanan ateşin başında oturmaya, üstüme sinen is kokusuyla günü geçirmeye tav olmuşum.
Gelelim yazının ana fikrine! Ayakkabı, çanta almayın, temizlikle kafayı bozmayın’dan konuyu nasıl ilişkilere bağlayacağımı merak ettiniz biliyorum :)
Detaycılık ve mükemmeliyetçilik sanırım yaşadığımız dönemin önemli afyonları. 40 yaşında 20'lik kızlar gibi görünmek zorunda değiliz, evlerimiz büyükelçi evleri gibi sürekli düzenli ve temiz olamaz, her gün sağlıklı yemek pişiremeyebiliriz, her an kapaktan fırlamış gibi görünemeyiz. İlla ki saçımız dağılabilir, makyajımız akabilir hatta en güzel beyaz gömleğimizin üzerine, konuşarak yediğimiz için çikolatalı pasta döküp tüm gece hala çok neşeli olabiliriz. Ağız dolusu gülebilir hatta aşkı yakalayabiliriz.
Zaten aksi takdirde dünyanın en sıkıcı, en keyifsiz, en renksiz insanı olmaya aday oluruz. Ben bir dönem oydum, biliyorum.
Hadi kaldırın şimdi poponuzu, dolapları boşaltmakla başlayın işe. Sonra sevdiklerinizi çağırın masa başında sohbete, çocuğunuzun arkadaşlarını eve doldurup bir tencere kıymalı makarna ile kalplerini kazanın. Aşk mı? Gelir diyorum, güvenin bana :)
Paylaş