Paylaş
Kim ne derse desin ben yoksunluk ve yoksulluğun yaratıcılığı ve başarıyı arttırdığına inananlardanım. Bakınız sınav şampiyonlarına, okullarda derece alıp, yurtdışı üniversitelere kabul edilenlere.
22 yıllık gazeteciliğim sırasında yaptığım eğitim haberlerinde sınav şampiyonlarının çoğunun çok da parlak koşullardan çıkmadığını, sıradan yaşamları olan ailelerin çocuklarının zirveye tırmandığını gördüm. Bulunduğu koşullardan sıyrılmak isteyen, kabuğunu kırmak için hayaller kuran çocuklar daha fazla çalışıyor, çabalıyor ve yaratıcılığın sınırlarını zorluyor.
“Öbür çocukların güvenceleri var, benim yok ki!”
İşte size birkaç örnek:
Oğlum yaklaşık 6 yıldır satranç oynuyor. Bugüne kadar onlarca turnuvaya katıldı. Biz de peşinden dolaştık. Turnuvalar İstanbul dışına taştığında elinden tuttuk götürdük. Bu turnuvalarda şampiyonluk kürsüsünde yer alanların çoğu Anadolu’dan çıktı. İstanbul’daki yarışmalarda da durum pek farklı değildi. Devlet okulları öğrencileri kolejlilere çoğu zaman meydan okudu. Hocalarıyla, özel koçlarıyla çalışanlar bir yerlere tırmandı, ama zirve hep onların oldu. Buna en iyi örneklerden biri de Mamak’taki tek odalı gecekonduda büyüyen Kübra Öztürk. Türkiye ve Avrupa Satranç Şampiyonu Kübra satrancın kardeleni oldu.
Kendisiyle iki yıl önce yaptığım röportajda şunları söylemişti:
“Federasyonun verdiği dizüstü bilgisayar ve kitaplarımla satranç çalışıyordum. Özel hocalarla ve müthiş imkanlarla çalışanlar da var. Ama insanın içinde o heyecan yoksa bir şey yapamıyor. Ayrıca öbür çocukların güvenceleri var. Benim yok ki! Ancak çalışarak bir yere varabilirim."
Hiç okul yüzü görmediler, ama ÖSS’de derece yaptılar
İlkokul sonrası okul yüzü görmediği halde dışarıdan ortaokul ve liseyi bitiren ve bu yıl girdiği sınavda 36 yaşında 328’inci olan Adanalı Şükran Kondur ile hayatı boyunca toplam 2 yıl okula giden ve 2007’de girdiği ÖSS’de Türkiye 839’ncusu olan Leyla Uyan da çabalarıyla başarıyı kazananlardan.
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin en yüksek puanlı bölümü olan Elektrik Elektronik Mühendisliği’ni birincilikle bitiren ve MIT’ye burslu olarak kabul edilen Sefa Demirtaş’ın “Mersin’in bir köyünde doğdum. Ailemin durumu kötüydü. Aileden fazla destek gelemeyeceğini öğrenince işi sağlama almak istedim. Seçme şansı olmayınca çalışıyorsunuz. Bir ödevim varsa da, canım sıkkınsa da çalışıyorum” sözlerini dikkatli okumanızı öneririm.
Türkçe bile konuşamıyordu, şimdi 5 dilli
Bugüne kadar yaptığım röportajlardan en fazla etkilendiğim öğrencilerden biri de Eset Akçilad.
Kars’ın Çatak Köyü’nde 8 çocuklu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Daha sonra babası tarafından Bitlis Çocuk Yuvası’na götürüldü. Orada hem ilkokulu okuyup, hem de çobanlık yaptı. Türkçeyi geç öğrendi. Sonraki yıllarda yalnızca derslerinde değil, tiyatro, sinema ve fotoğrafçılık alanında büyük ödüller alıp, dünya çapında başarı kazanan filmler çekti. Yale Üniversitesi’nden Film Yapımı ve Ekonomi alanlarında çift anadal okuyup, takdirname ile mezun oldu. Türkçe bile konuşamayan Eset, Türkçe ve Kürtçe’nin dışında İngilizce, İsveççe ve İspanyolca konuşuyor. Senarist ve yönetmenlik yaparak hayatını kazanıyor.
Bu örnekleri daha da arttırmak mümkün. Ama biz yeni nesil annelerin çocuklarımızı büyütürken, onları mutlu etmek isterken, aslında biraz olsun bazı şeyleri engellediğimizin farkına varmamız gerekiyor. Geçtiğimiz bir Kolej'de çocuklarımızı ne kadar şımartıp, ödülün dozunu ne kadar kaçırdığımızı anlatan önemli bir seminer vardı.
Massachusets Institute of Technology Liderlik Merkezi ve Cambridge Üniversitesi Liderlik Merkezi’nde akademisyen olarak görev yapan Özgür Bolat, seminerinin başlığını şöyle seçmişti: “Ödül, çocuğun risk almasını ve yaratıcılığını öldürür.”
Bakın Bolat, neler diyor: “Çocuklara verilen ceza ve ödülün özünde kontrol etmek vardır. Ödül, çocuğun risk almasını ve yaratıcılığını öldürür. Verilecek ödül, eğer çocuklarınıza o anlık iş yaptırmak içinse işe yarayacaktır. Ancak, çocuklarımızda davranış değişikliği istiyorsak ödül kullanmak yanlıştır”
Ne diyorsunuz?
Düşünmeye, hatta bazı davranışlarımıza ket vurmaya değmez mi?
Paylaş