Paylaş
Takıntının bir ucunda günlük hayatta hepimizin yaşadığı düşünce bozuklukları var. Bir de patoloji boyutu var. Burada kişi artık gerçeklerden kopuyor. Bu önce küçük takıntılarla başlıyor. Örneğin birisi ona bakıp gülüyor. ‘Bu niye bana bakıp güldü?’ diyor. ‘Acaba ben de bir şey mi var?’ şüphesine düşüyor. ‘Benim gözümde bir ameliyat var. Diğer gözüm küçük galiba’ diyerek aynaya bakıyor. Bir zaman sonra herkesin kendi gözüne baktığını sanıyor. Bunun üzerine dışarı çıkmamaya başlıyor. Devamlı takıntı haline getirdiği için artık paranoya noktasına ulaşıyor.
Denge bozulunca takıntılar ortaya çıkabiliyor
Takıntılar aslında kişinin doğru düşünce analizi yapamamasından kaynaklanır. Beynimizde özellikle sağ ön bölge, duygularımızı yönetmekle ilgiliyken; sol ön bölge düşünceyi yönetmekle ilgilidir. Kişinin ikisi arasında denge kurmayı başarması lazımdır. Olumlu ve olumsuz duygular arasında denge kurmayı başarması… İşte bu denge takıntıların oluşmaması noktasında etkilidir.
Ben bilirim, ben yaparım derler…
Takıntılarda yakın çevreyle kurulan iletişim ve ilişkilerin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Yakın çevreyle ilişkilerde içine kapanık kişiler çok takıntı yaparlar. Kişinin egosu da yüksekse kimseye bir şey sormaz, ‘Ben biliyorum, ben bilirim, ben yaparım’ der. Böyle oldukça da takıntıları daha çok yönetemez. Alçakgönüllülük sosyal duygudur. Alçakgönüllülük bizim kendimize lazımdır. Kendimize karşı da alçakgönüllü olmalıyız. Eğer öyle olmazsa kişi yanlış bir durumda öz eleştiri yapamaz. Öz eleştiri yapamayan bir kimse takıntılarını yönetemez.
Haksız ve yanlış özeleştiriye dikkat!
Takıntıların sebebine ilişkin kişinin gerekli özeleştiriyi yapamaması veya haksız yanlış özeleştiriler yapması da takıntılara yol açabilir. Çünkü bu düşüncenin doğru olmadığıyla alakalı bir arama, sorgulama, analiz etme, birilerinden yardım alma, öğrenme çabası bu kişilerde olmuyor. Öğrenme çabası olan kişiler, bu takıntı geldiği zaman doğru kişilerden destek alırsa tıp o takıntıyı analiz edebiliyor.
Bazı kişilerde ise özgüvenin aksine özgüven eksikliği nedeniyle takıntılar da ortaya çıkabiliyor. Mesela başkasına sormadan bir şey yapamama şeklinde ortaya çıkan takıntıları var. Burada da tam tersi bir durum yaşanıyor. Bireyde kendine hiç güven yok. Özgüven düşük olduğu için karar veremiyor. Hep onay alarak karar vermeye çalışıyor. Bu da kişide bir takıntıdır.
Zihinsel jüri oluşturulmalı
Sokrates’in üç filtresi var. Gerçeklik filtresi, iyilik filtresi ve işe yararlılık filtresi… Bu filtreleri psikiyatriye uyarlarsak beş filtre olarak düşünmek lazım. Özellikle takıntılar konusunda bir bilgi ya da bir his aklımıza geldiği zaman ‘Bu şimdi gerçek mi değil mi, doğru mu değil mi, faydalı mı değil mi, uygun mu değil mi, güvenilir mi değil mi?’ şeklindeki soruları kişi kendine soracak. Zihnimizde zihinsel jüri oluşturacağız. Bu zihinsel jüriye soruları soracağız ve zihnimiz de bir yargıç olacak. O yargıç diyecek ki ‘Evet bu iyi bunu yap’ diyecek.
Düşünceyi yönetmek önemli
Beynimizin amigdala ve hipotalamus bölgesi var. Bu bölgeler, olaylar karşısında hızlı, çabuk ve düşünmeden tepkiler verir. Bu bölgeler, negatif duygu üretirler. Savunmaya yöneliktirler. Bazı kişiler beyninin sadece orasını kullanıyorlar. Bu otomatik olarak doğuştan gelerek beynimizin savunmayla ilgili tehditle ilgili olumsuz duygular üretir. Kişi olumlu duyguyu ‘Dur, düşün, harekete geç’ dediği zaman üretir. Böyle durumlarda hata ihtimali daha da azalıyor. Aklına gelen ilk şeye inanan kişiler hata yapmaktan kurtulamazlar. Düşüncesini yönetemeyen kişiler takıntılarından kurtulamıyor.
Beynin ön bölgesi, eleştirel düşünerek kararlar alıyor. Bu doğuştan gelen bir özellik değil, sonradan öğreniliyor. Doğuştan ilkel beyin çalışıyor. Yani beynin limbik sistemi çalışıyor. Bu sistem doğuştan sahip olduğumuz ve bizi tehlikeye karşı korumak için var olan bir sistemdir. Çocuğun beyni de böyledir. Çocuk güvende hissediyorsa annesi yanındaysa sakin ve huzurludur. Ama bir yabancı geldiği zaman hemen beyin alarma geçer. Çünkü tanımadığı bilmediği bir şeydir. Hemen korkar ve annesine sarılır. Ama büyüdükçe ayırt etmeyi öğrenir. Beyinin ön bölgesi yavaş yavaş devreye girer.
Düşüncelerini yönetemeyen, beynin ön bölgesini eğitemeyen kişilerdir…
Düşüncelerini yönetemeyen kişiler, beynin ön bölgesini eğitemeyen kişilerdir. Biz bu kişilere bilgisayar eğitim modülleriyle beyinin ön bölgesini güçlendirme eğitimleri veriyoruz. Bu şekilde onlara bunun eğitimini verdikçe dağınıklık eğitimi, doyum erteleme becerisi kazandırabiliyoruz. Bizim kültürümüzde sabır diye geçen bir kavram vardır. Zaman yönetimi yapabilmek aslında bunu öğrenmektir. Tahammüllü olmak, sabırlı olmak demek aslında meditatif bir eylem. Doğanın hızı ve ritmine uymaktır bu. Hedefine ulaşmayı beklerken, amacına yönelik davranabilmek demektir.
Onun için yetenek değil bu beceridir. Beceri sonradan öğreniliyor. Dayanıklılık eğitimi tarzında eğitimlerle sabretme becerisi öğretilmeye çalışılıyor. Psikososyal olgunlaşma için bu eğitim önemli. Genç nesle bu beceriyi kazandırmak için bu eğitimleri de eğitim sistemine katmak gerekiyor. Daha önce hayatta öğreniliyordu bunlar. Şu anda Batı’da özellikle eğitim sistemine bu eğitimleri katmaya başladılar. Bu dayanıklılık eğitimi, doyum erteleme becerisi, sosyal beceriler, minnettarlık modülü gibi kavramlar, insani değerler eğitim sisteminde öğretilmeye başlandı. Bizim şu andaki eğitim sistemimiz maalesef bu konunun önemini çok da anlamış değil. Sadece akademik başarı odaklı.
Kalıcı maddi boyut artık basit vesvese değil, hastalıktır…
Takıntılar kişinin hayatını olumsuz etkilemeye başladığında mutlaka müdahale gerekiyor. Takıntıların tedavisinde disiplinli ve sistemli bir tedaviye uygun bütüncül bir tedavi gerekir. Takıntılı davranışta beyinde olağanüstü kimyasal bir aktivite meydana geliyor. MR çalışmalarında kişiye takıntı hatırlatıldığı zaman beynin o bölgesi parlıyor. Öyle bir kimyasal elektrikli aktivite oluyor ki beyinin o bölgesinde bu ölçülebilir hale geliyor. O nedenle belli bir eşiği geçmiş kişiler için klinik tedavi gerekiyor. Takıntı basit vesveseden çıkıp kalıcı maddi boyut kazanmış demektir. Yani bu kişilerde artık tek başına terapi yeterli olmuyor. Beyindeki temel sorunun düzeltmesi hedefleniyor. Beyindeki kimyasal veriler, çok ileri düzeyde olursa da hastaneye yatış gerçekleştirilebiliyor. Elektriksel veya manyetik tedaviler uygulanabiliyor. Altı haftalık tedavi ile iyi sonuçlar alınan vakalar da bulunuyor.
Beynin en önemli gıdası, iyileşme beklentisi ve ümit duygusudur
Ne olursa olsun takıntılar konusunda ümitsizliğe kapılmamak önemli. Ümit duygusunu kaybetmek arabanın yakıtsız ya da bir cihazın pilsiz kalmasına benziyor. Ümit duygusu insanı harekete geçiren, ayakta tutan en önemli güçtür. İyileşme beklentisi ve ümit duygusunun nöropsikolojik ve nörofizyolojik etkileri ve beyin kimyasını düzeltecek etkisi vardır. O yüzden iyileşme beklentisi ve ümit duygusu beynimizin en önemli gıdasıdır. Bunu kaybetmemek gerekiyor.
Paylaş