Paylaş
Bu haftanın başında Su bir satış eğitimine katılmıştı. Eğitimlere katılmayı sevmesine rağmen o kadar çok işi vardı ki bu sefer bırakıp gitmek zor gelmişti. Zaten açığını arayan bir yöneticisi vardı, onunla uğraşmaya ne enerjisi ne de isteği vardı. İsteksiz gitmiş ama çıkarken hayatına yönelik kararlarla çıkmıştı o salondan.
Eğitimci, 30 yıllık satış deneyimi olan başarılı bir erkekti. Kendi hayat felsefesiyle harmanladığı eğitiminde iyi bir satıcı olmayı ‘Akıllı Mutluluk’ olarak adlandırmıştı. Eğitiminin ilk bölümünü iyi bir satıcının hayat felsefesi nasıl olmalı konusuna ayırmıştı.
Seçkin firmaların en fazla sadık müşterisi olduğunu, fark yaratarak sadık müşterilerini koruduklarını anlatmıştı. Sonra da onlara sormuştu:
"Senin farkın ne? Neden seni tercih edeyim?"
Bakıldığında piyasada yüzlerce reklamcı vardı, beş aşağı beş yukarı herkesin yaptığı iş benzerdi. Onun farkı neydi, var mıydı düşünmeye başlamıştı.
Eğitimciye göre, fark yaratmanın 4 altın kuralı vardı:
"Algıla, anla, özümse, gereğini yap."
İyi bir satıcı, müşterinin ‘koşulsuz mutluluğu’nu düşünen kişiydi. Müşteriyi daha kapıdan girer girmez giyimiyle, tavrıyla, ruh haliyle algılayan, onu anlayıp o daha bir şey söylemeden özümseyip gereğini yapan kişiydi. Yani iyi bir satıcının, müşteriden 1 hatta 2 adım önde olması gerekiyordu. Bu da ancak emek, disiplin, gayret ve tutkuyla başarılabilirdi.
İyi bir satıcı olmak, müşterinin cebindeki parayı almak için ona ihtiyacı olmayan şeyler satmak olamazdı. Bu ancak 1 defalık bir satış sağlardı.
Eve gittiğinde müşteri hala mutluysa, harcadığı paraya değdi diyebiliyorsa işte ancak o zaman sadık müşteriler yaratılabilir, seçkin bir kuruluş olunabilirdi.
Kişisel gelişim eğitimlerini seviyordu çünkü oradan çıktığında sadece işine yönelik değil kendine, hayatına yönelik bir şeyler alarak çıkıyordu her seferinde.
Mutluluk ona göre hem basit hem de karmaşıktı. Bazen güzel bir gülümseme, tatlı bir kompliman onu mutlu etmeye yetiyordu. Bazense müdürünün kırıcı uslubu, kocası Deniz’in ona ilgisiz duruşu kafasına takılıp bütün gününü zehir etmeye yetiyordu.
Eğitimde ‘Koşulsuz Mutluluk’tan bahsetmişlerdi. Eğitimciye göre ‘Tanrı, aklı önce etrafını dolayısıyla kendini mutlu etmek için kullarına armağan etmişti.’ Eğer sen herkes gibi kendi mutluluğuna odaklanıyorsan mutluluğu ıskalaman kaçınılmazdı. Ama eğer sen gardını indirip tüm samimiyetinle karşındakinin mutluluğuna odaklandığında işte o zaman sadık bir müşteri, sadık bir sevgili, sadık bir dost kaçınılmazdı. Akıllı mutluluğun kuralı basitti:
"Karşındakini öyle mutlu et ki, onu mutluluk bariyerleriyle öyle çevrele ki, senden vazgeçemesin."
İddialı bir cümleydi. Akıllı bir insan kendini mutlu eden birinden vazgeçer miydi?
Su, çocuklarıyla bu kuralı uygulayabiliyordu. Ama kocası Deniz’de bunu her zaman başaramıyordu. Ona yeterince zaman ayırmadığından ilgi göstermediğinden sürekli şikayet ediyordu. Ve bazen "O benim ihtiyaçlarımı anlamıyor, ilgilenmiyorsa ben de onunla ilgilenmem" tavrında trip atıyordu kocasına. Bu böyle gidiyor hiçbir şey değişmiyordu.
Eğitimden çıkarken bunu denemeye karar verdi. Kendi mutluluğuna değil de ‘o an’da karşısında kim varsa onun mutluluğuna odaklanmaya karar verdi. Bu bir müşteri, çalışma arkadaşı, bir dost, kocası Deniz ya da çocukları Ada ya da Toprak olabilirdi. Hiç fark etmezdi. Önemli olan kafadaki ‘diğerleri’nden sıyrılıp sadece ona ve onun mutluluğuna odaklanabilmekti. Denemeye değerdi…
Eğitimcinin en çarpıcı sözü ise şuydu:
"Zarafet, tüm güzelliklerin yan yana olduğu ama hiçbirinin öne çıkmadığı ve sonsuz uyum içinde yaşadığı, tarif edilemeyen ancak hayranlık duyulup hissedilen duru, gösterişsiz, asil güzelliktir."
Zarif bir kadın, zarif bir erkek, zarif bir müşteri, zarif bir satıcı olabilmek…İşte işin özü buydu…
Paylaş