Paylaş
Bildiğiniz üzere ülkemizde not sistemi 100 puan üzerinden yapılmakta. 85 puanın üzerinde alınan notlar “5”, yani “başarılı” niteliği taşımakta. 85 aşağısı ise giderek iyi-orta-zayıf diye dereceleniyor.
Zayıf not aldığı için duygusal ya da fiziksel şiddet gören o kadar fazla öğrenci var ki… Zorlandığı, yapamadığı, eksik kaldığı bilgiler altında ezilen ve en sonunda vazgeçen…
Bunun yanında şaşırtıcı biçimde, 96 aldığı için ağlayan ve mutsuzlaşan…
Sanki çocukları bir çizelgeye koymuş buna göre değerlendiriyoruz.
Etiketliyor ve sınıflandırıyoruz.
Düşük not alanlar “başarıyı hak etmeyen, tembel, yaramaz.”
Yüksek not alanlar “zeki, parlak, gelecek vaat eden.”
Sürekli tam puan alan “mükemmel, eksiksiz, birinciler.”
Evet eğitim sistemi bu şekilde işliyor, notlar sınavlar onları üniversiteye, mesleklere taşıyor. Zaten benim sorunum kazandırdıklarıyla ilgili değil, kaybettirdikleriyle!
Hayır! Ama gerçekten hayır!
Puanları, hataları, derecelendirmeleri birinci sıraya koyduğumuzda adeta çocuğa “sence sen ne kadar değerlisin?” diye sorsanız “100 puan üzerinden” cevap verecek noktaya geliyorlar.
Klinikte yapılan analizlerde “Başarısız olursam ailem hayal kırıklığına uğrar.” “Sıklıkla ne kadar başarılı olursam o kadar zeki olduğumu düşünürüm.” Yanıtlarını veriyorlar.
Peki 85 almakla 100 almak arasındaki farkı bir çocuk nasıl değerlendiriyor?
Çoğu, “önemli olan “5” almak” diye düşünür, bir kısmı “çok çalışmıştım keşke daha yüksek alsaydım” der. Fakat en sancılı süreci ise “mükemmeliyetçi” çocuklar yaşar.
“100 almalıyım”. “Birinci olmalıyım.” Şeklinde çalışan düşünce yapılarıyla 98 aldıklarında dahi mutsuzluğa kapılabiliyorlar.
Bu mutsuzluk pekiştikçe “performans anksiyetesi” tablosuna dönüşüyor ve hemen tüm yaşamında yetersizlik duygularına neden oluyor.
Bir çocuğun mükemmeliyetçi ya da kaygılı olma potansiyelinin genetik ve mizaci yönü muhakkak var ama en çok çevresel etmenler nedeniyle ya da katkısıyla patolojik boyuta taşınıyor.
Fazla beklenti , kıyaslama, derecelendirme ve sürekli verilen “Sen çok zekisin” mesajı ile büyüyen çocuklar, bu vasfı korumak adına kendini hırpalıyor. Hata yapmaktan, yenilmekten, birinci olamamaktan nefret ediyor. Çünkü o zaman “zeki olmadığına” ve bu nedenle “değerli” olmadığına kanaat getiriyor.
Bu mesajlar en çok kimlerden alınıyor?
Anne-baba: “Teyzesi bak gerçekten benim oğlum çok zeki, senin adını hiç unutmamış.”
“Çocuğum sen zekâna güvenmiyor musun? Niye heyecan yapıyorsun ki sınavlarda?”
“Bu karne sana yakıştı mı?”
“95 mi almışsın? Söyle bakalım 5 puan nereden gitmiş?”
Öğretmen: “Sen aslında 100 puanlık bir öğrencisin. Bu yanlışı sana yakıştıramadım.”
“Zekâsı süper ama yazı felaket!”
“Çocuklar deneme sınavlarında birinci olanı sınıf başkanı yapacağım.”
Akraba: “Aman Tanrım gördüğüm en zeki çocuk bu, nasıl da güzel çizmiş annesini…”
Bu istisnasız iyi niyetli cümleler birer gizli mesaj olarak çocuğun düşünce sistemindeki kalıcı yerlerini alıyor. Yetişkinlikte de devam eden çarpık düşüncelere temel oluyor.
Tabi ki öveceğiz. Ona, değerli olduğunu, özel olduğunu hissettireceğiz. Ama bunu “çabaları, becerileri, eksikleri, farklılıkları” üzerinden de göstereceğiz.
Yani özetle,
Çocuklar karne alıyorlar ama yine en çok ödevi biz üstümüze alacağız…
Paylaş