Paylaş
Bugün annem ve babamdan gizli bir işe kalkıştım. Çoktan beridir düşündüğüm ama bir türlü yakalayamadığım fırsat ayağıma gelince kolları sıvadım. Lakin fena yakalandım. Önce anneme sonra babama.
Efendim herkesin türlü türlü huyu var malum. Burada annemim ve babamın birçok huyundan en göze çarpanının açıklamam gerek ki meseleyi tam oturtabilelim.
Babam düzen meraklısı bir adam. Eline geçen her şeyi bir yere kaldırıp ortalığı düzenleyen taraf iken, annem hayatına giren hiçbir maddeyi hayatından çıkaramadığı için evi tarihle dolduran öbür taraf. Bu bir kutu, kalem, karton çanta, saç tokası, elbise olabilir. Hala 17 yaşında giydiği yirmi adet elbisesinin yanında, yetmişlerden, seksenlerden ve doksanlardan kalma, hani film sektörüne epey malzeme çıkaracak bir gardırobu mevcuttur. Ona sözüm yok. Çünkü onlar evinde kalabalık yapmadan ayrı bir dairede ayrı bir gardıropta.
Lakin şu anki evinin, dört metreye üç metre olan ayakkabı dolabının her biri dört rafa sahip sekiz bölümden altısını dolduran 4532 ayakkabısına sözüm. Bu ayakkabılar babamın düzen merakı dolayısıyla her biri ayrı ayrı konulmuş, her kutunun içinde ayakkabının tarifini yapan iki üç kelimelik yazı yazılmış halde mağazada durduğu gibi durur. Öyle ki annem düğün derneğe giderken, “Erol, üzeri taşlı siyah ayakkabımla kırmızı boncuklu ayakkabılarımı verir misin? İkisini deneyip öyle karar vereyim” derken, babam oflayarak dolaba gider. O düzene ve tanıtım yazılarına karşı işi yine de zordur çünkü.
Geçen gün, beyaz kırmızı sandaletlerini ara ara bulamayınca annem, hıncını babamdan çıkarmaya kalkışırken, babam da o stresle bütün kutuları tek tek açmaya başladı. Ben de bu dolabın önündeydim. Ve işte o zaman anladım ki bu kutuların içinden tarih çıkıyor. Ta seksenlerden kalma, artık fotoğraflarda zar zor rastlayacağın çeşit çeşit, giyilmiş, az giyilmiş ve artık yamulmuş ayakkabılar.
“Baba ben bu kutuları elden geçireceğim kimse kusura bakmasın. Boş yere yer işgal etmelerini bırak, kimseye de veremezsin bunları, çünkü tedavülden kalkmış şeyler var burada. Pes yani” dedim.
“Kızım ne yapayım annen attırmıyor” dedi.
“Eee çekmecelere ne demeli? Orada da senin atamadıkların var. Valla ben atacağım artık. Her yıl aynı şeyler aynı yerlerinde kullanılmadan duruyor. Demek ki işe yaramıyor” dedim.
O sıra aranan kırmızı beyaz ayakkabısı bulunan annem, “Benden izinsiz kimse ayakkabılarıma dokunmasın” dedi ve düğüne yetişmek için uçarak gitti.
O gün bugündür yani yaklaşık bir aydır zaman kolladım. Olmadı. Ama bugün şans yüzüme gülüverdi.
Deniz bugün sen de Como ben diyeyim Van Gölü. O kadar durgun, o kadar şeffaf, o kadar temiz. Annem hemen deniz ekibiyle birlikte soluğu denizde aldı. (Evet, ekipçe denize giriyorlar. Emekli öğretmenler takımı. Halay da çekiyorlar denizde su jimnastiği de yapıyorlar, o kadar yani.) Bu demek ki akşam saat sekize kadar o sudan karaya çıkmayacak. Babam da ortalıkta yok. (orta çekmeceler de onun kablo ve artık tarihten kalkmış elektrikli ya da pilli aletlerle dolu). Hemen başladım.
Bir yandan yüreğim güm güm atıyor. Anneme yakalanırsam attığım ayakkabılar geri gelecek, babama yakalansam dört çekmece dolusu alet edevat yerinde duracak. On dakikada bir balkona çıkıp denize bakıyorum, annem suyun içinde mi diye. Babamın nereden ne zaman çıkacağı belli olmaz ama ona çare yok. Ayakkabı daha mühim.
Evet… Başlıyorum kutu kutu penseden hallice kutu kutu iskarpin açmaya. Aman Allah'ım! Domuz burunlusundan tut karga burunlusuna geç, kalın topuktan devam, yirmili yaşlardakilerin henüz tanışmadığı, adı bile olmayan topuklulardan örnekler, bunun yanı sıra, benim ve kardeşlerimin artık giymediğimiz için bıraktıklarımız. Vay anam vay. Yeni filmlerin için dönem kıyafetlerine ihtiyacın var mı sayın Çağan Irmak?
Klasik ve fantezi ayakkabıları ayrı bir rafa ve şeffaf kutular içinde yerleştiriyorum ki düğün zamanlarında telaş yapan ve babamdan kendisine numunelikleri çıkarmasını isteyen annemin işi hallolsun, babamın ise işi kısalsın daha az ter döksün. Diğer tüm, iki üç nesil geriye giden ayakkabıları ise kendi kutuları içinde başka bir bölümde biriktiriyorum. Yazlıklar kışlıklar olarak ve kolayca bulunabilsinler diye kutuların yanında pencereler açıyorum. Güzelce sıralıyorum.
Şimdi sıra babamın sokuşturduklarında. Elektrikli battaniye ısıölçeri, ara kablolar, cam silecekleri, kasetler, yaklaşık 12 adet promosyon çalar saat, öğretmenlik yıllarından kalan tebeşirler, metal havlu askılıkları ve niceleri… Bu ara tekrar balkona çıkıyorum. Denize doğru bakıyorum. Aha… Valide sultan yok! Öbür balkona koşuyorum yola bakan. Aha, Hürrem Sultan annem, anneannemin bahçesinde ayaküstü sohbetinde. Geliyor demek. Niye erken çıktı ki?
Merdiven sesi. Ve suretleri beliriyor. O daha ağzını açmadan ben açayım ki üste çıkayım. Evin içi kutu tepelerinden oluşmuş şu sıra.
“Anne bu ne hal? Şunlara bak ya. Benim üniversitedeyken giydiğim botlar niye hala duruyor? Ya şunlara ne demeli? Anne önü bu kadar küt ayakkabı mı kaldı? Bunların hepsi gidiyor ben karışmam!” diyerek su üstüne çıkmaya çalışırken, “sakın bana sormadan hiçbir şey atma ya da verme” diyor. Daha fazla konuşamazmış. Denizi kaçıramazmış. Su içmeye gelmiş, tekrar ediyormuş ayakkabılarına dokunulmayacakmış.
Geldiği gibi giderken iki kere daha tembihliyor.
Aradan on dakika geçiyor ve bu sefer de babam damlıyor. Onun derdi atım değil, düzeninin bozulmasından duyduğu endişe.
“Kızım ne yaptın benim kutularıma? Ben onların hepsini aynı almıştım. Kapakları nerede? Ne oluyor? Kapaklarını karıştırmadın değil mi?
Tüh!”
Ya bir saat daha geç gelemediniz mi be!
O sırada, çöp olarak hazırlamış olup da henüz ağzını kapatamadığım poşetteki kabloları görüyor.
“Bunlar niye çöpte? Ne attın?”
Hayda… Teker teker çıkarıp bakıyor.
“Bu havlu askıları yeni. Ben onları değiştireceğim. Ne diye attın?”
“Ne zaman aldın baba onları?”
“Yeni aldım kızım, uymadı değiştirecektim”
“Yani ne zaman?”
“Bir yıl önce”
“Baba bir yıl önce aldığın şey değişir mi?”
“Ben değiştiririm”
Oflayarak onun geri çıkardıklarını ben geri koyuyorum, oluyor çekmeceler aynı.
***
İki saat sonra, annem yanında teftiş ve kontrol memurları tayin ettiği iki teyzemle geliyor. Kenara ayırmış olduğum kutular teke teker açılıp onaya sunuluyor.
“Bu atılır mı şunun kalitesini bugünkülerde bulamazsın” diyen anneme iki teyzem “yahu öyle model mi kaldı “diyerek itiraz ediyor. Ben bir ayakkabı gösteriyorum, annem “aaa ben giyiyorum onu ev oturmalarında" diyor. “Emekli olduğumda almıştım”
“Ya anne yalan söyleme nerede giyiyorsun bunu? Sen emekli olalı yirmi yıl doldu hem”.
“Ne yirmisi sadece on beş yıl”
“Ayağına bile sığmaz bu?”
“Sığar”
“Sığdır da göreyim”
Külkedisi Sindirella, ayağını uzatıyor. Ayakkabıya sığarsa prens olan babamın onunla tekrar evlenecek olması önemli değil. Önemli olan o ayakkabıyı atılmaktan ya da verilmekten kurtaracak olması.
Ayağının ucu bile geçmiyor içine.
“Gördün mü” diyorum.
“Atmak istemiyorsan ver gitsin” diyor küçük teyzem.
“Ya baksana topuğu bile eskimedi daha, yazık değil mi? Belki yeniden modaya çıkar”
Modaya çıkmak? Yeni terimler üretme anne!!! Bıkkın bakışlarımızın altında, “bari değerini bilecek birilerine gitsin” diyerek ayrılığı kabul ediyor.
Elimde ahı gitmiş vahı kalmış üç adet spor ayakkabıyı gösteriyorum. Artık giyilmez ve verilmez atıyorum bunları diyecek oluyorum, yok diye fırlıyor. “Onları birer kere daha bisiklet sürerken giyeceğim sonra atarım” diye elimden kapıyor.
“Birini giy o zaman, diğerlerini atalım. Baksana altı kalkmış.”
İmkanı yok. Onlarla vedalaşma şekli zaten belirlemiş. Birer kere daha giyilecek.
“Ben bu ayakkabıları seneye yazın burada görürsem kıyameti koparırım ha”
Haberi olmadan atabileceğim ve sittin sene ne varlığından ne de yokluğundan haber olamayacağı 32 çift ayakkabı, atılmamak kaydıyla, seksenlerden kalmalarına rağmen hala istenebileceği inancıyla ayrı ayrı paketlenip yeni sahipleriyle buluşturulmak üzere kenara konuluyor.
Kendileri şu sıra yine bir düğünde. İstediği ayakkabı saniye içinde babam tarafından ve tarafımca sadeleştirilmiş ve tasniflenmiş dolapta bulundu. Düğünden gelince biliyorum ki ayakkabılarıyla vedalaşacak. O ayrılan kutulardakiler yeniden incelenecek, yeniden giyilecek. Hatta belki bir kuytuda bir kaçı ben gidene kadar saklanacak. Ama yok. Ben bu yola baş koydum. Ayrılan kutu sayısını da ayakkabıların kendilerinin de fotoğrafını çektim beynimde. Çapraz sorgulama yapıp bulurum evvelallah.
Lakin İstanbul’a gelince bunun hırsı benden çıkar. Babam zaten benim ayakkabı dolabımı her yıl baştan düzenliyor. Bu kez annem de nazır bulunup şunu at bunu at der kesin. İnat olsun diye. Ben en iyisi onlar gelmeden kendi yirmi yıllıklarımı saklayayım başka yerlere. Ne diye atayım canım? Belki on yıl sonra tekrar modaya çıkar :)
Paylaş