Paylaş
Bir varmış bir yokmuş...
Evvel zaman içinde, Ankara Üniversitesi DTCF’de tamamlamış olduğum Klasik Arkeoloji eğitiminden hemen sonra, katıldığım son kazıda bir kızla tanışmışım. Dünya tatlısı bir mimar olan Sermin adlı bu kızın İngiltere’deki anılarını ağzımdan sular akarak dinlerken, bir anda karar verip, hem keşfetmek için yeni bir yeri, hem de ikinci bir eğitim hayatı için, asker yeşili sırt çantasını atıp arkasına kendimi Londra’da bulmuşum. Gezgin bir ruhmuş zaten bendeki.
Altı ay diye gidip oralara, kalışını dört yıla çıkaran, çeşitli dil kurslarını bitirip üstüne bir de üniversitede mastır yapma şansı elde etmişim. Bütün bunlar olurken ise hayatını kendim kazanmış, fırsat buldukça da meşhur sırt çantasıyla Avrupa’yı turlamışım vira vira…
Dört yılımı geçirdiğim Londra şehrinde hani hiç çatmamış bir İngiliz erkek arkadaş. Ha arayışa da girmemişim illa İngiliz olsun diye. Ama kader buymuş ya, ben dört yılın ardından İstanbul’a dönüp, burada kariyerime başladıktan üç yıl sonra bir İngiliz buluvermiş beni çalıştığım şirkette. Kalbimi, gönlümü çalıvermiş ve ben hoop diye kendimi gelin olarak bulmuşum pistte de fıldır fıldır dönermişim dans ede ede. ‘Gün benim düğün benim’ sloganıyla oturmamışım bile gelin masama. İşte soyadımın “Wibrew”liği bu düğünden dolayıymış.
Annemin korktuğu gibi bekar kalmamışım hani.
Soyadımın neden Wibrew olduğunu soran kişilere eşimin yabancı olduğunu belirtmişim haliyle. Bazı hanımlar ya da beyler “hay Allah’ım ya, memlekette koca mı tükendi de elin İngilizi ile evledin?” diye sorunca, uzun uzun açıklama yapmaya gerek görmeden, “yurdum erkeğinin standartlarına farklı düştüm abi /abla. Ben de çareyi Avrupa semalarında buldum” demişim.
Hem üstüne iç güveysi getirmişim erimi, var mı benden iyisi?
Evlenip, birkaç yılı tekrar İngiltere’de ama bu sefer bir sahil kenti Brighton’da geçirdikten sonra, eşimle bebe yapma vaktimiz gelince, daha önce de planladığımız gibi İstanbul’a dönmüşüz biz. Ben, kocam ve göbüşümdeki üç haftalık fasulyem. Ve bu fasulye aramıza oğlumuz Thomas Nejat olarak katılmış bir kış sabahı. Takvimler 2007 yılının ocak ayını gösteriyormuş…
Otur oturduğun yerde tarzı bir genç kız olamadığım gibi, yerinde oturamayan bir anne adayı ve sonra da anne olarak şehir içi - şehir dışı, yurt içi -yurt dışı gezmişim erimin peşine takılıp. Bebemi gökyüzünde doğurmak istemediğim için, yedinci ayın sonunda ara vermişsem de bu gezmelere, o dünyaya gözlerini açtıktan ve ben de eğilip bükülmeye başlayabildikten sonra devam etmişim dolanmaya. Sırt çantamın yerini bebek çantası almış o kadar. Thomas Nejat bu yolculuklardan dolayı zaten gezmeye çoktan alışmış bir bebek olarak sakin sakin yoldaş olmuş bize. Bir de dışarıda yemeye alıştığı için, değişik tatları keşfetmeyi seven anne babasına hiç zorluk çıkarmamış. Onlarla beraber bu keşiflere katılmış, uslu uslu restoranın bebek sandalyesindeki yerini almış. Önceleri devam sütünü, sonraları ise yöresel mamaları avuçlamış bir güzel.
Şükürler olsun halimden memnunmuşum. Daha iyisi Şam’da kayısıymış. Dokuz yıldır evli, altı yıldır da anneymişim. Bebem ilkokula başlamış bu yıl. Ha İngiliz geni ağır bastığı için her ne kadar on yaşında gibi görünse de (lütfen bir yerlerinizi kaşıyınız) o bir altıymış henüz.
Medeni halimden dolayı pek bir su yolu olmuş İngiltere. Sosyal durumdan ötürü ise yani çalışma hayatında olmadığımdan, eşimin iş ya da seminer icabı gittiği diyarlara da vira vira yol almaya devam edermişiz. Gezerken görürmüşüm, görür de imrenirmişim, imrenip de yapabildiğim çok şey varmış ama isteyip de hiçbir şey olmadığı da çokmuş.
İşte kah bunlardan, kah bir anne ve kadın olarak deneyimlediğim şeylerden bahsetmek ve bunları sizlerle paylaşmak için Hürriyet Aile’nin sunduğu kapıdan kalemimi uzatmışım tam da bugün.
Dilerim hoş gelir, hoş bulurmuşum.
Ben ermişim muradıma, siz bir zahmet çıkıverin kerevetine…
Gökten elmalar düşmüş. Biri benim, birer tane de sizlerin başına…
Paylaş