Paylaş
Bundan iki yıl önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim “Beni bu takım elbiseler mahvetti” diye. “Takım elbiseyle ilgili bir hikâyem daha var sonradan anlatacağım” deyip bitirmiştim.
İşte o ikinci hikâyeyi anlatmadığımı fark ettim. Şimdi beni mahveden ikinci takım hikâyeme başlıyorum.
Efendim, malum yurt dışından ülkeme dönüşümün ikinci yılı falan. Güzel bir işim var ama şirket kapanıyor birkaç haftaya. Yeni iş arayışları eşittir stres başımda duman, bir yandan ekmek kemirip bir yandan online başvurularımı yapıyorum. Ara sıra görüşmelere gidiyorum giyinip kuşanıp. Aylar geçmiş, ben gardırobumdaki takım elbiselerimin içine biraz ıkınarak girdiğimi anlıyorum bu görüşmelere giderken. Zaten bir keresinde düğmeden dolayı rezil olmuşum bir daha mı tövbe rezil olamam.
O sıralarda büyük bir insan kaynakları şirketi beni yine büyük bir şirket için görüşmeye davet ediyor. Gidiyorum. Bu görüşme sonrasında, “bizim için çok olumlusunuz. Sizi ikinci görüşme için şirketin genel merkezine yönlendireceğiz” diyorlar. Şimdi, bu şirket Amerikan şirketi, Türkiye pazarına ise ülkenin en büyük gruplarından biriyle ortaklaşa gireceklermiş. İşte bu ikinci görüşme için şirketten aranıyorum ve beş gün sonra, uzaktan bile insanın ağzının suyunu akıtan holding binasına davet ediliyorum.
Evde bir bayram havası. Bu kadar gaz da verilmiş bana. Kabıma sığamıyorum, gaz haldeyim ya havalardayım. Beraber yaşadığım kuzenim, “bu görüşme için çok şık olmalısın. Nereye gittiğinin farkında ol” diyor ve hemen gidip yeni ciciler almamız gerektiğini söylüyor. “Ya hani şu an işsizim ya, daha dikkatli gitsem, ne güzel urbalarım da var. Yanlardan azıcık açtırsak falan” desem de “olmaz” diyor. Tam tekmil cillop gibi olmam lazımmış. “Baştan ayağı yenileceksin. En kaliteli ürünlerle girmen lazım içeri” diye de ekliyor.
Amannn iş zaten garanti gibi. Önce ye kürküm ye derim, sonra da başımdan aşağı dökülecek paraları yerim ne var.
Kuzenimle Bağdat Caddesi’ne gidiyoruz. Bir önceki maaşımın üç katını harcayarak (kredi kartına 12 taksit) çanta, ayakkabı, gömlek, takım elbise, üstüne takılar falan satın alıp eve dönmek için elimizde çantalarla yürüyoruz. Kafamın içinde Julia Roberts’ın “Pretty Woman” filmindeki kimliği yüklü, kulaklarımda da filmdeki tema şarkı, sanki filmin ikinci bölümü benimle çekiliyormuş gibi salınarak yürüyorum. Ama yok, ikinci bölüm New York’ta olcek efem. Başrol benim. 5. Avenue'de de elimde böyle alışveriş çantalarıyla yürüyeceğim birkaç ay sonra…
“Pretty woman walking down the street”
“Pretty women yeah yeah yeah”
Gün geliyor. Süslenip urbalarımı giyiyorum. Saçlar fönlü, hafif ama şık bir makyaj. Pek bir jantiyim canım. Hava bin beş yüz. Boru muyum? Julia 2'yim ben.
Holdingin bulunduğu tepeye bir saat önceden gelip, bu tepeden aziz İstanbul'a bir de ben bakıyorum. Acaba ofiste boğaz gören tarafta mı olur odam?
Heyecandan ne yapacağımı bilemiyorum. Yakınlarda sadece küçük bir açık çay bahçesi var. Oraya gidip oturuyorum ama yerimde durmam mümkün değil. Son yirmi dakika. Kalkıyorum. Yürüyorum ama daha iki dakika ancak geçmiş. Daha görüşmeye var on sekiz. O kadar erken gidilmez. Tekrar çay bahçesine dönsem oturmam kalkmam bir olur. Acaba makyajım yerinde mi, saçlar hala ahenkle dans ediyor mu? Yok mu buralarda lavabosu olan bir yer? Yok. Ama holdingin karşısında bir dernek var. Daha önceden müşterim olan bu derneğe gidip lavabolarını kullanmak için izin istiyorum. Onay alınca yukarı kata çıkıp lavaboya girerek, kapısını üzerindeki anahtarla kilitliyorum. Buraya kadar her şey gayet iyi. Çantamdan çıkardığım allıkla yeniden bir dokunuyorum suratıma, rujumu tazeleyip azıcık saçlarımı kabartıyorum. Ellerime son olarak nemlendirici sürdükten sonra kapıya gidiyorum. Krem henüz tam emilim göstermediği için anahtarı çeviren parmaklarım kayıyor. O yüzden bir peçete koparıp anahtarı onunla tekrar açmaya çalışıyorum. Bu ne güç kardeş? Bu ne baskı! Önce bir tık sesi, sonra avucuma konan bir metalik his. Elimi açtığımda anahtarın baş kısmı ile buluşuyor gözlerim. Bu başa ait gövdenin de kilitte olduğunu hemencecik anlıyorum o kadar akıllıyım.
Sakin kalmaya çalışarak kapıyı sakince tıklıyorum. Kimse duymuyor. Sonra kibar “tık tık”lar “tok tok” oluyor, yine kimse gelmeyince “güm güm”e geçiyorum. Nihayet bir iki kişi duyuyor. Bende klostrofobi olduğunu, o yüzden panik yaptığımı düşünerek “sakin olun hemen çilingir çağıracağız” diyorlar. “Yok yok ağabey, ben korkmuyorum. On dakika içinde karşı şirkette iş görüşmem var yetişmem lazım. Çilingir bekleyemem” diyorum. Dışarıdaki sesler artıyor. “Aaa karşıyla randevusu varmış çabuk çabuk “tarzı konuşmaları duyarken, bir yandan da atlayabileceğim bir pencere var mı diye bakıyorum. Var ama demirli. Bayılmanın eşiğindeyim. Bu işi kaçırmamam lazım. New York'ta alışveriş yapacağım daha. Neyse ki bir aslan yiğit kapıyı omuzlayarak kırıyor ve alkışlar arasında özgürlüğüme kavuşuyorum. Bir yandan koşup bir yandan teşekkür ederek binadan çıkıyor, karşıdaki heybetli kapıdan haşmetle içeri giriyorum.
Nasıl da güzel bir görüşme geçiyor. Sadece bu işte biraz teknik bilgi gerekiyor o da bende yok. Dürüstçe söylüyorum. Görüşme yaptığım direktör, hayata bakış açımın tam istedikleri gibi olduğunu söyleyerek teknik bilginin zaten New York'taki eğitimle verileceğini yineliyor. Ve benimle el sıkışıyor. “Türkiye ayağı olarak bizim tarafımızdan uygun aday sizsiniz” diyor. Lakin ekliyor: “Son bir görüşmeyi New York ofisinden Mr. Sullivan yapacak. Bu hafta içinde aranacaksınız”.
Bütün hafta evde gece yarısı telefon bekliyorum. Gelmiyor.
Bir gece yarısı telefon çalıyor. Aha da Mr Sullivan kesin. Yataktan fırlarken duvara başımı çarpıyorum o kadar heyecanlıyım. İngilizce konuşan ses “orası ofis mi” diye soruyor. Ben kendimi o kadar hazırlamışım ki "evet iş başvurusunda bulunmuştum, telefonunuzu bekliyordum Mr Sullivan" falan diyorum dilim damağıma yapışık. Karşıdaki ses Kore’den aradığını, adının Seung Kim olduğunu ve adını anlayamadığım biriyle görüşmek istediğini söylüyor. Ben hala “Adım Elif benimle görüşecektiniz” diyorum. O kadar şartlanmışım. Yanlış numara olma ihtimalini kabul etmiyorum. Ama karşımdaki gerçeği haykırıyor: "Pardon" diyor "yanlış numara."
A zalim kader beni mi buldun? Ta Asya kıtasına mı ulaştı ünüm?
Efendim o iş benim oluyor mu? Ben “Pretty Woman 2”yi çekebiliyor muyum? Rüyamda. Olmuyor. Uğruna kapılar kırdırdığım şirket arayıp bilgi veriyor. Amerika’nın illa da teknik geçmişi olan biri olsun ısrarından dolayı maalesef başka adaylara bakmaları gerektiğini söylüyor satış direktörünün ta kendisi.
Şapa oturuyor muyum? Hem de bodoslama. Takım elbisem ve ona uysun diye aldığım tüm aksesuarlar öde öde bitmiyor. Diğer hikâyemdekinden sonra bir de bu takım elbise beni mahvediyor. Bırak 5. Avenue’de yürümeyi, Bağdat Caddesi’nde yürüyemiyorum uzun bir süre. Alt sokaklarda volta atıyorum.
Ah felek zalim felek
Kime ceket kime yelek
Herkese kavun yedirdim
Bana da yedirdin kelek…
Pretty woman ya, ya, ya, tabii….
Paylaş