Paylaş
Ben bir maymuna benzerim. Yok, öyle fiziksel bakımdan değil. İştah bakımından. Halis muhlis maymun iştahı vardır bende. Bu iştah ise açlık iştahı değil tabii. O tamamen farklı ki daha büyük maymunlarınkine benzer. Gorile mesela. Karnım acıkınca ve elimin altında bir şey yoksa o sıra, King Kong’dan hallice olurum. Bir parmak bal çalmak lazım ağzıma veya bir iki sokmalık çikolata, börek vs. Yoksa kızgınlaşırım. Hele trafikteysem, o trafik magandalarını falan parçalayasım gelir. Tehlikeli olurum.
Ama maymunluğumun iştahı ya da maymun iştahlılığım farklıdır. Tehlikesiz ya da az tehlikeli. Özellikle üniversite çağında tavan yapmış olan bu iştah için saldırmadığım aktivite yok gibiydi. Buna her şeyi tatmak, her çiçekten bal toplamak gibi bir istek mi desem, açlık mı desem bilmem.
Tiyatro kursuna başlayıp bırakmak, sahneye çıkıp inmek, açılan şarkı, şarkı sözü, fotoğraf yarışmalarına kaçırmadan katılmak aktivitelerini geçiyorum. Çünkü lisan konusundaki maymunluk daha bir tavanda olduğundan işin o kısmına yoğunlaşacağım bugün.
Üniversite Ankara, fakülte Dil Tarih ve Coğrafya. Dilim de yok coğrafyam da. Hem dilsizim hem yönsüz. Tarihten girmişim o koca binaya. Yabancı dil lisede seçmeli hale getirilmiş, kimse de seçmediği için son iki yılımız dilsiz geçmiş. Dilsizliğim ondan. Bir türlü sevememişim ben yarım yamalak öğretilmeye çalışılan İngilizceyi o yüzden. Öyle ki bu dile karşı alıcılarımın tamamen kapalı olduğunu düşünmüşüm hep. Fakültenin ilk yılındaki İngilizce dersini zar zor geçmişim. Sevmeyerek, zorlanarak, anlamadan ezberleyip bir puanla geçerek falan.
Ama benim ilgimi çekem bir dil olmuş. Latince. Derslerimizden biri. Yaşamayan bir dil ama beni bir sarıyor ki deme gitsin. Derste öğrendiklerimiz eski Roma kalıntılarının üzerindeki yazılar, Roma mitolojisi ve tarihinden örnekler olmasına rağmen bayılıyorum ben bu dile. Yazılı ve sözlülerim genelde 100 ki başka hiçbir derste o başarının yanından geçmişliğim yok. Sınıftaki arkadaşlarım ağzımın kenarında ot olduğunu söyleyerek inek olduğum için bu başarıyı gösterdiğimi ima ediyorlar. Hâlbuki en az çalışmayı göstererek bu mertebedeyim. En çok çalıştığım Tarihi Coğrafya notlarım ise “eh işte”den öteye geçmiyor. Günümüz coğrafyasında iyi olmayan tarihi coğrafyada nasıl iyi olsun ki zaten?
Neyse efem, benim gözüm arkeoloji falan görmüyor. Latinist olmak istiyorum artık. Kimse tutamaz beni ha. Hocamız Filiz Öktem benim hata yapmama bile kızıyor. “Senin bu hatayı yapma lüksün yok” diyor bir keresinde bütün sınıfın önünde bağırarak. O gün bir de ilkokul arkadaşımı davet etmişim okula. Bu derse de sokmuşum. Onun önünde bu paparayı yiyince çok gururum kırılıyor. Az da değil 89 almışım sınavdan ama benim gibi geleceğin latinistine yakışır mı tabii.
Kamçıyı yiyince daha bir kişniyorum. Ölü dili konuşuyorum neredeyse. Hani tarihe ışınlansam çıkacam Sezar’ın karşısına “şu kara kuru Kleopatra'da ne buluyorsun sen? Beni al beni al beni al beni al onu alma” diyeceğim Sezen’den çığırıp. “Gel tarihi beraber değiştirelim” diyeceğim. “Öyle ki imparatorluk yaşasın. Latince hep yaşasın. Roma’yı Osmanlı ile kardeş ülke yaparız” falan fıstık.
İkinci yılda da Latince var. Ama son iki yılda olmayacak. Seçmeli ders olarak da konulmayacak. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne yakışır mı bir dili yarım bıraktırmak dekanım? Koridor arşınladım. “Ben Latinist olmak istiyorum dekanım. Ya beni oraya devşir ya da son yıla kadar ver bu dili” demek için. Ihh olmadı. Bir yarışmacı ile işler yürümeyince kös kös döndüm kendi bölümüme.
Nasıl üzgünüm. Bari öğrendiğim Latince boşa gitmesin diye Latin kökenli bir dil öğreneyim diyorum.
İşte o sıra şans yüzüme gülüyor. Okulun diller bölümü kurs açıyor. Urdu dilinden tut da Farsçaya kadar. Hoooop İspanyolcaya kayıt oluyorum. Millet bana gülüyor. " İngilizceni halletsene başka dillerden önce" diyorlar. Bana ne ya İngilizceden? O dile kapalıyım. Arkeolojide cari dil Almanca zaten. Ben bir yandan da onu öğreneceğim.
İspanyolcayı da nasıl seviyorum nasıl. Ay zaten çok tanıdık her şey. Yanımdaki hatun hemen her öğrendiğimiz şeyde “aa evet anladım. Aynı İngilizcedeki gibi. İngilizcede de şöyle denir mesela” diyor öğretmene.
“Hadi oradan. Ne İngilizcesi. Atın bu yellozu sınıftan. Gıcığım ona çok. Bilmediğim yerlerden örnekler verip durmasın. Hem İspanyolca aynı Latince gibi. Yüklemini çekimle de göreyim seni gıcık, gösteriş budalası ukala.”
Sadece iki kur gidiyorum İspanyolcaya. İki kur öğrendiğim kelimelerden şiir bile yazmışım ki Pablo Neruda’ya okutsam bana da edebiyat tarihlerinde yer açar. Hani beni kişisel editörü falan yapar. Şiirlerindeki metaforlar için fikir bile ister. Öyle.
Yaz tatili oluyor. Araya kazılar giriyor. Kazılarda Alman doçentler. İşinde çok iyi hepsi. “Sen de arkeolog olacaksan Almanca öğrenmelisin. Ama istersen önce bir İngilizce öğren sonra ona geçersin” diyorlar. Yok ya ne yapcam ben İngilizceyi? Öğrenemiyorum ben onu.
Sevmiyorum ki zaten. Alıcılarım kapalı ya. Hemen bir Almanca set aldırıyorum aileme. Bir koli içinde gelen kitaplara bakıp çalışmaya çalışıyorum. Yok. İspanyolcadaki o kolay öğrenme düğmem burada çalışmıyor. Hem de hiç. O koli olduğu gibi tavan arasına kaldırılıyor.
Sonra bir Japonca hevesi başlayıveriyor son yılımda. Bir kur da ona gidiveriyorum. Aman efendim nasıl kolay öğreniyorum ya. Hiragana da çok iyiyim. Katagana da gelişme gösteriyorum. Kanji karakterleri zor. Onları öğrenmeme gerek yok. Öbür iki karakterlerle işi götürürüm ben. Aksanım da bir iyi Kuran Mushaf çarpsın. Hani saçımı tepemde yüzümü iyice gerecek şekilde toplasam, gözlerim hafif çekikleşecek, Türk Japon kırması gibi görüneceğim. Zaten suşi yapmayı da öğrenmişim. “Watashiwa ELİFKO” desem, “hajimemashite” yani memnun olduk diyecek bana tüm Japon balıkları.
Bir sebepten hep yarım kalan tüm bu dillerime ne oluyor peki? Her birinden onar cümle aklımda kalıyor. Kapalıçarsı esnafı gibi oluyorum. Her birinden biraz halimle, o dili konuşanları görünce, bir sebeple yanlarına sokulup, bildiğim her şeyi bir çırpıda ve ardı ardına sıralayıp “ne kadar güzel aksanın var” dedirtiyorum ohhh. Daha ne olsun?
Ha sonunda laf dinleyip İngilizceyi bir güzel öğrenmeye hem de yerine gidiyorum gitmesine ya maymunluğum son mu buluyor? Nerde... Biraz Lehçe, biraz da Portekizce çat patladıktan sonra nefret ettiğim İngilizcenin aslında çok da kolay öğrenilebilecek yapısına dönüp, orada işi sonuna kadar götürmeyi başarıyorum sonunda. Ee bir dil bir insan. Ben de ruh eşimi buluyorum insan olarak. Potansiyel beyimi yani.
- Chesc, jak masz na imie? ( Selam, adın ne?) Lehçe
- Me llamo Elif. (Adım Elif) İspanyolca
- Hajimemashite douzo yoroshiku (Memnun oldum) Japonca
- Siente por favor. (Otur lütfen) Portekizce
- Yes, I marry you. (Evet seninle evlenirim.) İngilizce
- Ergo bibamus! (Hadi buna içelim) Latince
- Çocuğun dersleriyle ilgileniver bir zahmet aşkım. Makarnayı oraya koydum. Su kaynayınca on beş dakika pişir hayatım. Üstüne peynir rendesi. Biraz da buharda bezelye haşlarsan iyi olur, vitamin alsın. Sen mi? Bu seferlik mısır gevreği yiyiver. Hadi ben kaçıyorum. Öptüm canım.
Ne kadar maymun olursan ol, ana dil gibisi mi var Alla’sen?
Sürç-i lisan ettimse affola ha. Maymunluktan o.
Paylaş