Paylaş
Eski Samsun- Sinop karayolundan giderken, Çamgölü denilen turistik tesislere varmak üzere olduğunuzda, solda, yokuş yukarıya doğru giden bir yolu ya görür ya görmezsiniz.
Bu taşıt girmeyen, yer yer otuz derece açılı (her ne kadar bana atmış gibi gelse de) yokuşların olduğu, çoğu bölümünün yüzeyi bozuk olan toprak yoldan, elinize geçirdiğiniz kuru dalları baston olarak kullanarak tırmanırsınız. Diliniz dışarıdadır, kalbiniz ağzınızda atar ama siz yolun henüz ilk yüz metresine ancak tırmanmışsınızdır. En zoru bu ilk bölümdür zaten.
Yarım saatlik bir yürüyüşle, az gidip uz gidip, dere tepe düz gittikten sonra, bir zamanlar köyün bahçesine girilen kapı olduğunu anladığınız kırık parçaları gördüğünüzde bir ‘ohh’ diyerek yere yığılırsınız. Hemen solda, küçük armudun dibinde, minicik bir göletin hemen yanında, kenarları yosun tutmuş yüzyıllık bir kuyuyu görür ya da görmezsiniz siz.
Yazları burada yaşayan ve koskoca arazideki tek evin meyve bahçeleri arasındaki ZİRFAN SUYU’nun soğuğunda serinler, armut, erik, yabani elma, böğürtlen kokularının arasından ilerleyip büyük alana gelirsiniz. Siz önünüzde uzayıp giden denize doğru bakarsınız ilk. Ama BİZ, yayla evinin böğürtlen ve çalılıklarla kapanmış temeline bakıp, burada geçirilen yaz çocukluklarından parçalar hatırlarız.
SARIÇAM TEPESİ’ndesinizdir. Siz, muhteşem bir manzaranın önünüzde uzanışında kaybolurken, zamanında sadece kendilerine ait olan yirmi dönümlük arazinin ve bu arazideki geçmişimizin ve tarihimizin tam üstünde duruyoruzdur BİZ.
***
En son sanırım sekiz dokuz yaşlarındaydım oraya gittiğimde. Yıllardır boş duran, altı taş, üstü ahşap evin harabe merdivenlerinden bir iki basamak kalmıştı geriye. Sanki bir müze evdi ve bir tek evdi. İçinde hala birkaç kap kacak, bir elek dururdu. Her gittiğimizde içine bir göz atar, sonra da göz alabildiğince uzanan meyve ağaçlarından erik, armut toplardık.
Ev harabe değilken, hala merdivenleri üst kata çıkabiliyorken, yani içinde yaşam varken, büyük büyük dedemiz Hakkı’nın sayısı tam olarak bilinmeyen eşlerinden en sonuncusu Hikmet Nine yaşarmış burada. Hakkı’nın ilk eşinden olan en büyük oğlu Zühtü’ye kalmış buralar o gidince. Büyük dede Zühtü, refikası Mahpare ve onların çocukları yazları bu yaylaya çıkarlarmış. Meyve eker biçerlermiş.Bu çocuklardan ilk evlenenler Hasan, Necat (benim dedem), Adnan da çoluğa çocuğa karışınca, eşleri ve çocuklarını da yanlarında taşımışlar. Onlar çalışırken, çocukları güzel güzel oynarlarmış. Aşağıdaki evlerine sepet sepet meyveler, reçeller marmelatlarla dönerlermiş yazın sonunda.
Bu güzel güzel oynayan kuzenler büyümüşler, evlenmişler. Artık kullanılmayan ama bahçesinden bereketle fışkıran meyveleri yeniden tatmak, toplamak ve yayla havası almak için yılda bir iki kere ziyaret etmişler burayı günübirlik. Bu sefer de onlar yanlarında taşımışlar bir sonraki nesli oluşturacak çocuklarını. Bu çocukların içinde ben de yer alarak iki üç kere tırmandım o dik yamaçları.
Yıllar sonra, bu yaz, “haydi” dediler “tekrar yapalım şu işi. Gidelim, bakalım tekrar, yüz sürelim geçmişe…”
Üşenmiyorum bir tablo yapıyorum hemen. Zühtü ve Mahpare’den olan yedi çocuk, onların eşleri ve çocukları, bu çocukların eşleri ve çocukları derken, yaşayan tam 114 kişi sığıyor bu tabloya. Yazıyla yüz on dört. Hala iletişimde olan, hala birlikteliklerinde kahkahaları havada patlayan, birbirini seven, sayan, kollayan yüz on dört kişi. Zühtü Dede’den başlarsam nesil olayına, çoğunun kendisi ve eşleri öğretmen olan ikinci nesil, avukatından doktoruna, gazetecisinden işletmecisine, mühendisinden mimarına kadar kalabalık bir üçüncü nesil, henüz ilköğretim yaşında olan dördüncü nesilden oluşan bu neşeli, kahkahası bol, eli bol, yüreği güzel, her şeyden önemlisi birbirleriyle iletişimi hiç kopmayan büyük aile..
Fikir birden ortaya atıldığından herkesi toplamak zor, ayrıca yol çok yokuş. Kimi bebek olduğu için, kimi şehirde olmadığı için, kimi çıkamadığı için, kimi o yolu göze alamadığı için, kiminin başka işi çıktığı için sadece 25 kişi hazır olabiliyoruz. 114-25=89 açıkla başlıyoruz geçmişe yürümeye. Katılamayanlardan destek yağıyor ama. Konvoy halinde geçerken biz, kimi bayrak, kimi el sallıyor, kimi ise ıslıklarla “kim tutar sizi” diyor sanki.
SARIÇAM TEPESİ’ne çıkmaya gidiyoruz şarkılarla türkülerle…
Kimisi bir çırpıda varırken, kimisi dört mola sonrası çıkıyor yokuşları. Sonunda şimdilerde olmayan ahşap evin arka bahçesindeki armudun altında birikiyoruz. Erkeklerden bazıları Zirfan Suyu’ndan almaya gidiyor. Gürhan Ağabey kendi üretimi olan yayla balını kesiyor yirmi beş parçaya, piknik sofrasını hazırlıyor teyzeler, yengeler… Denize nazır önce yemek, sonra bal, sonra da dedelerimizin elleriyle diktiği ağaçlardan meyveler yiyoruz.
Devamlı gülüyoruz. Devamlı komik anıları anlatıp güldürüyoruz. Kendimiz çalıyor kendimiz oynuyoruz.
“Buraya da mı rakı getirdin delirdin herhalde” diyor Memduha Teyzem enişteme.
“Bu manzaraya bakıp su mu içeyim?” diyor Ali Enişte.
“Bizim gibi komik bir sülale var mıdır” diyor Asude Teyze de.
Herkes yine gülüyor…
Her şeyin başladığı koca armudun önünde kareliyoruz kendimizi. Şarkılar türküler içinde geldiğimiz gibi, şarkılar türküler içinde aşağı yürüyoruz Sarıçam Tepesi’nden.
Yaşamını önümüzdeki senelerde romana dönüştüreceğim, elleri keman tellerine basan ve parmakları piyanosunun tuşlarında gezinen, dadılarla büyümüş bir İstanbul kızının, Mahpare’nin, Kınalıada’dan kaçırılarak Karadeniz’e getirilmesinin ardında hüzünlü bir hikaye yatsa da, Zühtü Dede ve ondan türeme yedi çocuk, bu yedi çocuğun ardılları ailelerimiz, sonraki nesil bizler ve bizim çocuklarımız mutlu hikayeler yazdık ve yazıyoruz beraberken.
Siz bizi bilmezsiniz
Siz bizi tanımazsınız ama
BİZ böyleyiz…
Paylaş