Paylaş
Seksenli yıllarda “Resimli Bilgi” adında ansiklopediler vardı. Yedi cilt. Hiç sıkılmadan karıştırır, hiç sıkmayan anlatımı olduğundan kitap okur gibi okurdum içindeki bilgileri. Görsel zenginliği olduğu için hafızama işlemiş olan bir dolu bilgim bu ansiklopedi kaynaklıdır.
İşte oradan öğrenmiştim ilk. Eski Çin’de, küçük kızların ayakları parmakları kıvrılacak şekilde sıkıca bağlanıp kırılmaları sağlanır, ayak büyümesin diye demir ayakkabılar giydirilirmiş. Zamanla ayakların formu bozulmuş ve lotus dedikleri şekli almış. Bu bozuk formlu 7.5 santimlik ayaklar güzellik sembolüymüş asırlar boyu.
Resimlerden biri, küçücük bir yaşlı kadının ayaklarının sargılarını ve demir ayakkabıdan dolayı oluşmuş yamuk şeklini gösteriyordu. “Hemen yamulmaz ya” diyerek demir ayakkabıyla nasıl yürünürdü deneyimlemek istemiştim. Annemin, içinde ayran çırptığı iki çelik kâseyi alıp, tülbentlerle sardığım ayaklarımı bu taslara soktum. Yürümeye çalıştım. İlk adımda yere kapaklanmam önemli değildi. Demir ayakkabı giymiştim. Bugün, ayakları küçük bırakmak için değil ama moda deseler kesin demir ayakkabılar yeniden üretime geçerdi diye düşünmeden edemiyorum. En azından ayakkabı delileri kesin koleksiyonlarına dahil ederlerdi.
Hemen her kız çocuğu gibi ben de annemin ayakkabılarını giyip giyip salındım evde. Annem okuldayken bana bakan anneanneminkileri de giyer aynanın önünde epey vakit geçirdim. Yine anneannemin, özel günlerde ya da düğünlerde giydiği, üzerinde minik kahve şal desenleri olan beyaz elbisesini ve üzeri iki sıra boncuklu terliğini gizlice giymekten de kaçınmadım. Terlikler topukluydu… Yerleri süpürdüğü için bana balo elbisesi gibi olan bu kıyafete elbette ve maalesef Ali Garson olan kısa saçlarım uygun düşmüyordu. Kız başımda adı erkek adı olan modeli baş örtüsü takarak halleder, saç yerine kullandığım bu örtüyü kıvırıp yandan öne sarkıtırdım. O sevdiğim masal kahramanlarına dönüştüğüm bir gerçekti. Benim gerçeğim. Upuzun kumaş saçla Rapunzel de olabilirdim, dünyanın en güzel kıyafeti olarak düşündüğüm bu beyaz elbise ve boncuklu terliklerle, baloya giden Sindirella da. Gerçi Sindirella’nın elbisesi maviydi ama olsun. “Hayal benim, zaman benim el ne karışır? Bendenize bu esvaplar ne de yakışır…”
Tüketimin bu kadar sık, çok rengin de giyim kuşamda bu kadar çok yoğun olmadığı dönemlerde seksenlerde çocuktum. Seksenlerdeki fosforlu turuncu ve yeşil modasının olduğu yıllar hariç, klasik siyah, kırmızı, beyaz renkte ayakkabılar vardı ekseri.
Bayramlık ayakkabılarımızın alınacağı güne kadar olan heyecan, alındıktan sonra bayrama kadar geçen zamanki heyecan, bayram günündeki heyecan nasıl bir şeydi çok iyi hatırlarım. Önce elbisen dikilir ya da alınırdı. Sonra da ona uyacak ayakkabı için gidilen şehrin heyecanı. O gün şehir, lunaparkıyla, kâğıt helvası, atomu ya da bezesiyle değil sadece ayakkabıcılar pasajıyla hayallerimize hizmet ederdi. O pasajın uçsuz bucaksız mağazaları ve mağazaların vitrin ve önlerini süsleyen çeşit çeşit ayakkabıları… Saatlerce gezilir, onlarcası denendikten sonra yeni ayakkabı alınır ve alındıktan sonra bayrama kadar kimseye gösterilmezdi ki baştan aşağı her şeyimiz görülmemiş olsun. Piyasaya ilk bayram günü sürülelim.
Ama ben dayanamaz, mutlaka akşamları yatmadan önce bir giyer yürürdüm yenilerimle. Gezinir, dakikalarca gözlerimle yerdim onları. Bayram arifesi gelir çatar, ayakkabılar baş ucumda, elbisem ertesi güne jilet gibi ütülenmiş bir biçimde sabahı zor ederek uykuya dalar ve horozların sesiyle erkenden kalkardım. Piyasaya çıkacağım an geldiğinde ise şeker sepetim, yeni elbisem ama en çok da ayakkabılarım, heyecan ile dışarı çıkar, başım ayakkabılarıma bakar şekilde dolaşmaya başlardım. Hem ayakkabılarıma bakmak hem de yüzeyinde çizgiler oluşturup bozmadan yürüyebiliyor muyum göreyim diye.
Böyle bayramlardan biri içindi. Kırmızı babet şekilli ama onun kadar ince tabanlı olmayan, beyaz fiyonklu bir ayakkabı beğenmiştim. Alıp eve geldiğimizde hemen ayağıma geçirdim. Tapıyordum. Hiç çıkarasım yoktu. Dans ediyordum. Andersen’in “Kırmızı Pabuçlar” adlı masalındaki kızın ta kendisiydim o an. Yani ayaklarımı kesmeleri lazımdı pabuçlarımı çıkarmaları için.
Birkaç gün sonra, artık günlük ayakkabı olan ama hala çok sevdiğim bu pabucumun birinin üstündeki fiyongun olmadığını fark ettim. Düşmüş olmalıydı. Etrafa baktım yok, eve baktım yok. Ayakkabılardan biri tüm güzelliğiyle salınırken, diğerinin üstünde bir iz, öndeki dişi çıkmış çocuk gibi bir boşlukla sırıtıyordu. Bu durumda öbür fiyongu da çıkarıp durumu eşitlemem lazımdı ki bunları giymeye devam edebileyim. Fakat fiyonksuz, folklor şalvarlarımızın altına giydiğimiz yemeni ya da pisilere benziyordu ayakkabılar. Giyemezdim. Çok üzgündüm hem de çok.
Aradan bir ay geçti. Evimizin bahçesinde kirpi gören kuzenlerimin “kirpi! Kirpi!” diye bağrıştıklarını duyunca evden hemen çıkıp yanlarına koştum. Tam kirpiye eğildiğim sırada otların arasında beyaz bir şey dikkatimi çekti. O da ne? Benim kayıp fiyonk? Reşadiye altını bulmuş gibi çığlığı bastım.
“Annneeeee anneeeee!!!!”
Mutfak penceresinden telaşla kafasını uzatıp ne olduğunu soran anneme, fiyongumu bulduğumu söyledim. “Kızım ödümü koparttın ben de bir şey oldu zannettim” dedi annem. Bir şey oldu tabii. Olmadı mı? Ayakkabımın dişi yerine geldi. O fiyonk yerine yapıştırılmak yerine bir daha düşmesin diye diktirildi. Ve ben kırmızı pabuçlarımı ayaklarım ona sığamayıncaya ve yamuluncaya kadar giydim.
Kadınlar ve ayakkabılar… Ayırabilir misiniz birbirinden? Küçük bir kızken de ayıramazsınız sonrasında da… Doymayız biz. Hepsinden olacak kenarda. Topuklusu, babeti, sporu, parlağı, matı, ruganı, beyazı ya da siyahı. Siyah her zaman kenarda olmalı. Kırmızı özel davetlerde pek bir iyi gider. Ama bu yıl mavi de bir revaçta be. Sonbaharda şu tarçın renklisi nasıl da güzel gider değil mi? Bir ara da onu almak lazım. Ayyy şu çikolata kahvesindeki asalete bakın. Söze hacet yok o da alınmalı.
Elbette ayakkabıları çok severim ama asıl bir çizme tutkusu vardır bende dostlar. Lacivert, siyah, kahve, gri, pembe, kırmızı, bordo, taba, devetüyü ve hâkî yeşil olan koleksiyonuma ördekbaşı yeşilinden tutun da civciv sarısına kadar yenilerini eklemek istiyorum. Mümkün olsa, boya firmalarının kataloğundaki yüzlerce rengin içinden seçim yapayım, ertesi gün o renk bir çizmeyle karşıma gelsin. Sahneye mi çıkacağım şu cırt turuncuyla? Ne bu neon ışıkları içinde parlama isteği? Yok ya. Bana her yer odeon, her yer stadyum. Ruhum parlak, kalbim parlak. Gözler değil çizmelerim kalbimin aynası olsun. Rengarenk çizmeler benim olsun. Giymesem de olur. Yemeyeyim de yanında yatayım onların.
Düşman ayağa bakar derler ya. Ben sevdiğim renk ve modellerde çizme giyen herkesin düşmanıyım bu durumda. Mutlaka gözlerimi ayaklarına sabitlerim. Valla fesatlıktan değil. İncelemek için. Eğer içim gitmiş ve ağzımın suyu akmaya başlamışsa hiç utanmadan, çekinmeden gider sorarım nerden almış diye. İşte öyle…
Unutmam ben renkleri… Renkle aklımda kalır her şey. Özellikle de çizmeler. İlkokuldaki çizmelerim… Turuncu, yanları beyaz kareli olanı, konç kısımları kapitone dikişli, bayrak kırmızısı olanı, bir sonraki yıl bordo sarı yaldızlı kenarlısı… Hepsi önce evde giyildi, ayna karşısında dakikalarca bakıldı. Sonra gözlerimi çekemediğim ayaklarımla okul günlerimi, bayram telaşlarımı süsledi.
Ve bugün …. Hiçbir şey değişmedi. Ne zaman yeni bir ayakkabı ya da çizme alsam, piyasaya sürmeden önce bir iki gün evde giyerim. Ayaklarımı havaya diker seyrederim. Aynanın karşısında dans ederim. Çizgi oluşmuş mu, esnemiş diye seksen iki kere bakarım. Fotoğrafını çekip arkadaş gruplarımla paylaşırım. Yolu yok o sevinci yaşamadan bırakmam. Benim için her yeni ayakkabı, yeni bir bayram sabahında, evinin kapısından çıkarak çocuk sevincine giden yolculuktur çünkü…
Paylaş