Paylaş
Tatilde dinlenebilenlerden değilim. Ya da dinlemeli tatilleri çok tercih edenlerden diyelim. Bir denizi kenarında isem örneğin, yat yat daha da yorgun olurum. Gezme görme tatilleri tercihimdir. Lakin onda da öyle “gez - mola ver, devam et - yemek ye sonra yine yola koyul tarzı heyecanlı yapıma ters. Devamlı hareket halinde olmam lazım sanki. Yoksa oturdukça uykum gelir. Önce her yeri göreyim bir, sonra istediğim kadar o yerin havasını çekerim güzel bir köşeden. Belki bir on beş dakika yeme içme molası verebilirim ama. Zaten yediklerimi çiğnemeyip direkt yuttuğum için bu süre de yeterli bana.
Bu yüzden, iyi bir gezi arkadaşı olduğumu sanmıyorum. Yok, uyumsuzluktan değil bu, tez canlılığımdan… Çünkü yol arkadaşım keyif kahvesinin süresini on dakikanın üzerine çıkarırsa beni afakanlar basar. Bu nedenle, aksiyon tatillerinde yanımda olmayı tercih edenler, dili dışarıda kalıncaya kadar yürümeyi kabul edeceklerini taahhüt ve beyan etmek zorundadır.
Evlilik öncesi hayatımda sırt çantamla özdeşleşerek dağ tepe aştım. Oğlum bebek arabasındayken de gezmek sorun olmadı. Yol düzgün olduktan sonra, onu da ite ite bayağı bir keçiyolu çıkmışlığım var. Lakin artık o bir yürüyen birey. İlgisini çeken bir şey olmazsa, her on dakika da bir yoruldum diyen bir birey hem de.
Napoli’den başlayıp Amalfi Kıyıları’nı gezeceğimiz bir plan yaptık bu bayram tatilinde. Sorrento’da kalacak, araba kiralayarak çevreyi gezecektik. Tatil yerini ben seçmiştim doğum günü hediyem olduğu için. Uzun zamandır gitmek istediğim bir yerdi Güney İtalya, o yüzden fazla düşünmeden fikrimi beyan ettim. Aile tatili için ne kadar doğru bir seçimdi burası hesap etmedim ama. Ya da işime gelmedi hesap etmek. Benim için tepeden sahile kadar inen renkli evlerin verdiği his ne kadar hoşsa, ara sokakları gezmek için yokuş yukarı ya da aşağı inip çıkmak ne kadar zevkliyse, bunlar oğlum için hiçbir şey, eşim için ise pek fazla bir şey ifade etmedi.
Sevgili eşim için gezi, yarım saat yürü, kahve molası; yarım saat yürü yemek molası şeklinde ritmik gidiyor. Bir, iki, üç beni afakanlar basıyor. Dur kalk bana göre değil dedim ya. Biri büyük biri küçük iki memnuniyetsiz bey ile ite kaka ilerliyoruz.
“Eğleneceğimi zannediyordum bu tatilde. Ama çok sıkıcı buralar. Ne yapacağım ben?” diye ilk mızmızlanmaları başladı küçüğünün. Büyük ise birkaç gün önceden midesini bozduğu için zaten keyifsiz...
Yürümeye devam ediyoruz Sorrento’nun limon kokulu ara sokaklarında. Ben halimden çok memnunum ama etrafına bile bakmadan sadece beni takip eden iki tipten de hoşnut değilim. Biri, -büyüğü- içinden ofluyor kesin, diğeri, -küçük olanı- dışa vuruyor.
Ertesi gün öğrencilik yıllarımda en çok ilgimi çeken Pompeii şehrinin kalıntılarını görmeye gidiyoruz. Hava yağmurlu. O yüzden Sophia Loren şapkamı takmışım. Sit alanına girmemize az kala, oğlumla heyecanımı paylaşıyorum:
“Bak oğlum, ben bu konuları öğrendim üniversitede okurken” diye başlayıp, Vezüv’ün külleri altında kalan şehrin onun ilgisini çekeceğini söylesem de, onun derdi ne benim öğrencilik tarihçem ne de Pompeii’nin ihtişamı. Yeniden yanardağ püskürürse ve biz de altında kalırsak diye endişeleniyor koca gözlerini açarak. İkna ediyorum bir şey olmayacağına.
Nihayet giriyoruz şehre. Biraz yürüyoruz. Bakıyorum ki büyük bey “Küçük Emrah” surat ifadesini takınmış. “Beni azat et” demenin duygu sömürülü ifadesi bu biliyorum. Onu, İmparator Vespesian’ın sunağının önünde beklemesi için azat ediyorum ama hazır kurban sunağının yanındayken kurban etmemek için de zor tutuyorum kendimi. Ben olsam hasta masta gezerim. Tarih içinde yolculuğun yapılabileceği nadir yerlerden birindeyiz vesselam.
Bu arada yağmur bitmiş. Nerdeyse yaz güneşi tepemizde. Montumu ve içinden sadece telefonumu aldığım çantamı kocama teslim ediyorum. Şapkam kalıyor. O şart. Oğlumu alıp gezmeye başlıyorum. Thomas önce çok mutlu, yanımda zıplaya zıplaya geziyor. Ben antik yollardan geçmenin zevkindeyken o antik taştan diğer antik taşa düşmeden atlamanın peşinde. İki saati aşkın süre her şey güzel gidiyorken, geri dönmeye başladığımız sıra, benimki “susadım” deyiveriyor. Terden de sırılsıklam. “Tamam oğlum simdi dönüyoruz” diyorum. Ama neredeyse iki km yürümemiz gerekiyor geri. Bazı yerlere konulmuş ve içilebilir denilen çeşme suları görüp oraya atılsam da, hem çeşme hem de ılık su diye yaklaşmıyor bile ikinci yudumu almaya şehzade. Sızlanmaya ve ağlamaya başlıyor.
“Hayatımın en kötü günü. Keşke burası tamamen lavların altında kalsaymış buraya gelmemize gerek kalmazdı. Sen de görecem diye tutturmazdın. Ühüüüüü”
“Oğlum hiç öyle denir mi? Çok ayıp…”
Önümüzden ellerinde lıkır lıkır su içen başka turistleri görüyor sonra.
“Karadeniz’i içecek kadar susadım anlamıyor musun? Şu insanlardan istesene anne. Ölecem neredeyse yoksa”
“Oğlum bunlar günahını vermez suyunu mu verecek” diyemiyorum tabii.
Melon şapkam başımda, havam yerimde de cepte metelik yok… Öyle havayı yesinler. Bir de bu Sophia Loren tarzımla el mi açayım el aleme? Konuyu değiştirmek için, önümüzde, arkamızda, duvar diplerinde cirit atan kertenkeleleri gösteriyorum oğluma.
“Hadi bakalım babanın yanına gidinceye kadar kaç tane göreceğiz. Bir de kuyruğa dokunma yarışması yapalım.
Kanıyor. Tam 152 kertenkele iki de kuyruk dokunuşundan sonra bir kafeterya görüyorum. Vaha bulmuş gibi bir anlık sevinsem de yanımda bir avro bile yok ki rotamı oraya kıvırayım. Neyse ki babaya son yüz elli metre kalmış. Son gücümüzle hedefe varıyoruz. Anne para alıyor, kafeye koşup su alıyor, 75 ml. suyu oğluna uzatıyor. Bir dikişte içen sabi kendine geliyor böylece.
“Kendine geldin mi oğlum? Lütfen bir daha olur olmaz ağlama ve kötü konuşmalar yapma tamam mı?”
“Bak anne sen benim kadar susamış olsaydın valla insanların elinde sularını çalardın biliyor musun? İşte o kadar susamıştım ben. Neden yanına su almadın ki benim için?”
Haklı. Koştura koştura gezeceksen bile, sırtından çantayı, çantadan suyu ve bir iki kuruşu eksik etmemek lazım. Yok, çanta taşımak istemiyorsun madem, o koca şapkanın altına sıkıştır mini bir para kesesi de “ak akçe kara gün için” anlamını bulsun. Her tarafı didik didik göreceğim diye yanındakileri, hele de altı yaşında bir sabiyi peşinden sürüklemeyeceksin.
Öğreneceksin hanımım. Zira öğrenmenin yaşı yok…
Paylaş