Paylaş
Bundan 10 yıl önce 2020’nin Ocak aylarından itibaren bütün dünyayı bir virüs etkisi altına aldı. COVID-19 dediler adına. Hiçbir virüse benzemiyordu. Birçok kişiyi bu hayattan sildi süpürdü, binlerce kişiyi hastanelere tıktı. “Ne kadar az dışarıda olursanız bu illetin yayılma süresi o kadar yavaşlar” dediler.
Hepimiz evlerimizde kaldık aylarca. Zorunlu olmadıkça çıkmadık. Kurallara uymayanlar çok oldu elbette ama çoğumuz bilim ne derse onu yaptık. Gece gündüz demeyen doktorlar ve diğer sağlık çalışanları evlerine bile gidemiyorlardı hastaları iyileştirmeye çalışmaktan. Biz onlara teşekkür edebilmek için zaten evde kalmalıydık.
Hatırlar mısın oğlum okullar aylarca kapalı kaldı. İlk önce okul bitti diye, tatil olacak bir daha da açılmayacak diye seviniverdin. Dedim ya sadece on üç yaşındaydın, bilmiyordun o öğrencilik yıllarının ve okulda geçirdiğin günlerin hayatının en güzel yılları olduğunu…
Okullar tatil olmadı elbette. Uzaktan eğitimle öğretmenleriniz bilgisayarlarının başından sizlere seslendiler. Ders verdiler, ödev verip o ödevleri takip ettiler.
Ergenliğin seni dönüştürdüğü bir kurt gibiydin. Ders aralarını iple çekiyordun ki bir şeyler yiyesin. Saat başı ya da en fazla iki saatte bir, koca bir aslana et yetiştirmeye çalışan antilop gibi koşturup duruyordum. Beni yemediğine şükrediyordum.
Yalnız ben mi? Değil. Bütün ergen anaları aynı şeyden bahsediyordu. “Ay çatladım, ay ne yapacağımı şaşırdım, doymak bilmiyor” diyen annelerle konuştuklarımı duydukça suratını asıyordun niye söylüyorum diye.
Psikolojik deneyler yaşadık adeta o dönemde. Hayatları evlere sığdırmaya çalıştık. Aman ne yeni Cem Yılmaz’lar çıktı pencereler ardında ne danslar ne konserler gördük ve duyduk yeteneğini içinde tutsak etmiş olanlardan. Bu virüs içimizdeki cevherleri çıkardı adeta.
Çeşitli dansları öğrendik mesela. Örneğin baban muhteşem Kızılderili dansı yapmaya başladı. Orayı sildim basma, bastın mı yoksa şu tarafa atla, o terliği çıkarıp geçmen lazımdı, ya şimdi virüs oraya bulaştıysa off, sola bas, parmak ucunda atla. Aman ceylan gibi sekmeyi öğrendi baban. Bir kıvraklık anlatamam. Duydum ki bayağı bir baba bu dansı öğrenmiş.
Ekmek yapmayı öğrendik fırıncı olduk mesela. Çeşit çeşit ekmek kokuları yükseldi evlerden. Efendim çekirdeklisi, yulaflısı, zeytinlisi, biberiyelisi derken iş gelişti pide lahmacun salonlarından hallice olduk. Öyle ki sosyal medyadan birbirimizle paylaştığımız fotoğraflara bakarak “o lahmacun etine biraz daha su koy, ekmeğini biraz daha erkenden fırından al” diyebilme kıvamına geldik.
Ama en çok özlemeyi öğrendik oğlum. Yok, öyle alışverişe gidip yeni bir şey almayı değil, bir dostla kahve molalarında sohbet etmeyi mesela. Yeni model bir arabaya sahip olmayı değil, elinde olanıyla bir sahil kenarına sürüp iyot kokusu alabilmeyi. Korkusuzca o iyotu içimize çekebilmeyi.
Kucaklamayı özledik. Sevdiklerimizi sarmalamayı.
“Altın, gümüş, pırlanta, zümrüt, sedef, yakutla, kim mutlu olmuş dünyada” diye bir şarkı vardır sen bilmezsin ama dinle. İşte o şarkının ne kadar özlü olduğunu yaşayarak öğrendik. “ Un, maya, bakliyat, kolonya, çamaşır suyu” yeter bana dedik hep beraber.
Şimdi bunları sana neden mi yazıyorum? Hatırla da bil diye.
Özgürlüğün önemini bil diye. Özgürlüğün yürümek olduğunu mesela. Arkadaşınla maç yapabilmek olduğunu sonra, sinemada yan yana oturabilmek, yanındakinin elinden korkmadan çikolata alabilmek olduğunu…
İnsanın önemini bil diye… Hayatına kattığın dost insanların sesiyle sevincine sevinç, derdine ortak bulmanın önemini öğren diye…
Sağlığın önemini her şeyden üstün tut diye.
Var olanlarına şükretmeyi bil diye.
Bencil hırslara yenik düşme, kimseyi ezerek başarıya gitme, paranla dövme, “kim olduğumu biliyor musun sen”lerin ardına hiç düşme diye.
Çünkü tüm bunlar, sen bir pencere arkasında kaldığında hiç işe yaramayacak.
Gördük bildik değil mi?
Amma ve lakin, sen on üçtün ya o zamanlar. Unutmuşsundur belki.
Şimdi yirmi üçsün.
Hatırla ki bil…
Bil ki dünya unutmaya başlarsa, sen hatırlatırsın…
Annen…
Paylaş