Paylaş
Bir önceki yıl, henüz altıncı ayını bile dolduramadan bu dünyadan ayrılan bebeklerinin ismini ve bu ismin yazıldığı nüfus cüzdanını şimdiki bebeklerine verivermişti aile. Çok ağlıyordu ve hep ağlıyordu bu yeni kızları da. Konya Ereğli’yi inletiyordu ağlayışı. Anne Nuriye, bağdaki ekimini yaparken, onu koca dut ağacının altındaki yer yatağına yatırdı. “Karnı tok altı kuru, ama hep ağlıyor” diye üzülüyordu. Üst üste toprağa verdiği diğer çocukları gibi, bu seferkinin de yaşamayacağını düşünüyordu.
Ağacın altındaki bebek hiç susmadan yarım saat ağladı. Ve yarım saat sonra birden kesildi sesi. Annesi doğruldu. “Bu da gitti işte” dedi. Elindeki çapayı fırlatıp koca ağaca doğru koştu. Öldü zannettiği kızı, ağzına düşen olgun bir dutu emerek uykuya dalmıştı.
O doğuştan savaşçıydı. Öyle her şeyin, bebekken olduğu gibi, ağzına düşüvermesine izin vermeyecek kadar da gururluydu. Arkadaşları bebekle oynarken, o turistlere fındık satarak para kazanıyordu. Lise arkadaşları yemek yapmayı öğrenirken, o abisinin restoranında hesap tutuyordu.
Aslında avukat olmayı istemişti ama sayılardaki bu başarısı onu sayısala, üniversite sınavı da ekonomiye götürdü. Üniversitede okurken bir yandan Çalışma ve Kültür Bakanlığı’nda çalışıyordu. O zamanın Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, Şu Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman sayesinde çok keyifli bir memurluk geçiriyordu. Turgut abisinden dolayı da tarihe iyice merak sarmıştı.
Bir süre sonra yurt dışında mastır bursu kazandı. Artık Londra’yı alt üst edecekti.
Önce University of Sussex sonra London Guildhall University’de iki yüksek lisans tamamladı. Aynı üniversitede doktorasına devam ederken, ilgisini çeken borsada buldu kendini. Alıyordu satıyordu. Bunun yanında emlak sektörüne de el atıvermişti.
Eğitimini tamamlamasına rağmen artık yaşamını İngiltere’de devam ettirmeye karar verdi. Bir yandan ekonomistliğini borsada konuştururken, gençlik hayali avukatlığı da başka bir boyutta yaşıyordu. Göçmen haklarına takmıştı aklını. Hakkını tam bilmeyen, hakkı yenen, mağdur olan ya da mağdur kalmasına ramak kalmış kişilere yardım etmeye başladı. Onları mahkemede temsil edemese de, kendilerini nasıl savunacaklarını öğretti. Nasıl haklarına kavuşacaklarına karşı çözümler üretti. İngiltere’deki göçmenlerin nefesi, devletin ise korkulu rüyası haline geldi. Onun zekâsına ve sunduğu veya incelenmesini istediği noktalara sesini çıkaramıyordu kimse. Çıkardıkları an başka açıklarını çıkarıyordu çünkü. Seminerlerin, konferansların cevaplanamaz Demir Leydisi oydu artık. Kimsenin göremediğini görüyor, kimsenin sormaya cesaret edemediğini soruyordu. İşi mi yoktu? Vardı tabii. Ama bu da onun işiydi. İNSAN VE İNSANLIK İŞLERİ... İnsanlara iş buldu, ev buldu, kanuna karşı gelmeden haklarını elde ettirdi.
İngiltere’de yaşamasına rağmen bir ayağını İstanbul’a sabitledi. Haksızlığa uğrayan herkesin gönüllü avukatı olup sosyal hareketler başlattı. Yaşlılara yapılan tutumları görüp dava etti bir iki haddini bilmezi. Tarihe olan tutkusu, tarihe yapılan saygısızlıklara da el atmasına neden oldu. Kültür mirasları olan tarihi evlere kaçak yapılan eklentilere karşı sessiz kalmayarak savaş bayrakları açtı. O durdurdu, dayısı olanlar işlerine devam etti. Durmadı, dayıları şikâyet etti. Tam bir baş belasıydı. Nereden de gelip huzurlarını bozmuştu bu kadın? Ne tehditlerinden korkuyor, ne yarım metre geri adım atıyordu.
Londra’da tesadüfen tanıştığı ve ışık görürsem el atarım dediği bir dolu öğrenciye pusula oldu.
“Sizi çok aradım umarım doğru adresteyimdir” diyen bir e-posta aldı bir gün. “Uçakta yan yana düşmüştük. Benim kalacak bir yere ihtiyacım vardı ve siz bana kapılarınızı açtınız” diyen eski bir öğrenciydi yazan. Kızı hatırlayamadı. Çünkü yüzlerce benzer örneklere imza atmıştı.
Ne şanslıydım ki ben de ona rastlayanlardan biriydim. İş yerimde kara kara düşündüğüm bir öğleden sonraydı. Karalar bağlamamın sebebi kararsızlığımdı. Üç yıl geçirdiğim Londra’dan ayrılmaya ve yurduma dönmeye hazır değildim. Lakin burada değişik bir şey yapmadan aynı rutinde kalmaya da hiç niyetim yoktu. O zaman, bir üst eğitimle, bir yıl daha kalıp öyle döneyim istedim. Fakat istemekle olmuyordu. Bir kere ne okumalıydım? Kendi lisansımın üstünü yapmak değil, iş kadını olmak için bir bölüm seçmeliydim. Bunun çaresi var mıydı? Kafamda ürettiğim yaklaşık 86 sorunun cevabını hayal kurarak vermeye çalışıyordum ve depresyona girmiş gibi uyukluyordum ki masama bir gölge düştü. Yüzünde durgun, dingin bir ifade ama zekâ fışkıran gözlerinin içi kahkaha atan bir kadındı gölgenin sahibi. Arkasında da genç bir delikanlı. Oturdular. Gerekli bilgileri ve işlemleri yapıp delikanlıyı seviye testi için gönderdim. O yanımda kaldı. Nereden gelip nereye gittiğime dair bir soru sormuş olmalı ki, ben yolcu anlatmaya başladım. Yarım saat sonra delikanlı geri geldi. Gitmek için kalktılar. Kadın benden bir kâğıt istedi. O kâğıda bir şeyler karalayıp bana geri uzattı. “Müsait olduğunda ara beni. Sana yardım edeceğim” dedi ve gittiler. Telefonun ait olduğu isme baktım. “ MERYEMANA” yazıyordu.
Bismillah bismillah ya Allah!!!! Biraz önceki tüm yarım saati yaşadım mı ben? Yoksa rüyada mıydım? Ayyy yanımda kimse yok ki sorayım. Gerçekten de Meryemana’yı mı gördüm? O zaman delikanlı da Hz. İsa mıydı? Şimdi Mesih bana mı göründü? Halelujah!!!…. Ermiş mi oldum dostlar?
Pek tabii bu denli abartmasam da, hem isminin değişikliğinden hem de sanki ismine yüklenmiş gibi durduğunu düşündüğüm misyoner ifadeden, ilahi bir ışık gibi günüme doğduğunu düşündüm onun. Bana göre benim en çelişkili zaman dilimime güneş gibi doğan bu kadın evrenin bana bir hediyesiydi. O gün, yeğeni Suat’ın kaydını yaptırmak için okula gelen Meryemana, gerek üniversite bulmamda, gerek kabul görmemde gerekse eğitim yılı boyunca fikir ve yönlendirmeleriyle beni bağrına bastı.
Sonra gördüm ki tek değilim ben. Bir Meryemana ağacı var. Olasılıkla bir dut ağacı. Kocaman yürekli, kocaman gölgeli. Mis gibi dut kokan, mis gibi dost kokan. Ağacın altında ise sohbetine kattığı bir dolu insan. Ona hayran, onu seven, onu sayan, onu karşısına çıkaran tesadüfle hayatı değişen ya da hayatı güzel akan, hayaline kavuşan birçok insan.
O ağacın altında, ağzındaki dutla bilgelik uykusuna dalan bebek, sayıları önünde diz çöktüren iş kadını, Moğolistan yaylalarını at sırtında turlayan amazon, ses ve nefes arkadaş, gün ve gece dostu MERYEMANA…
Varlığın dünyaya, insanlığa, barışa, doğruluk ve hakkaniyete armağan olsun.
Paylaş