Paylaş
İlk Oxford Caddesi’ni bildim. Geldiğimin hemen ertesi günü başladığım okulumun olduğu yerdi.
Şubattı. Soğuktu ama içim kıpır kıpırdı. Ankara’da birkaç ay önce geride bıraktığım yirmi birime artık burada devam edecektim. Londra beni bağrına basacaktı ben ise onunla bütünleşmeye çoktan hazırdım.
Burada tanıdım bir dolu dünya insanını… Onların kültürlerine, yaşam tarzlarına dokunup, kendi kültürümle alışveriş yaptırmayı da.
Burada sevdim Regent ve Bond Caddeleri’nin ara sokaklarındaki sevimli kafelerde oturmayı, onlarca ülkenin tatlarını sunan restoranlarda bu tatlara yelken açmayı.
Soho’nun renkli dünyasından geçip gitmeyi, Covent Garden’dan etrafa yayılan, kimi zaman arya, kimi zaman ise etnik müziklere zevkle kaynamayı.
Tebessüm ederek izledim Leicester Square’in canlılığını, sokak sanatçılarının performanslarını. Tam da bu meydandaki dondurmacıdan almayı hep aynı dondurmayı. Belçika çikolatalı olan… Önümdeki yüz kişinin ardında sıramı beklemekten hiç gocunmamayı.
Altı tahta yüksek sabolarıyla Almanya’dan gelmiş olan Gülçin ile ayakkabılarımızı bir günlüğüne değiş tokuş yapmış olsak da, yedi yaşımdaki o gün ve o saboların tadı damağımdan hiç çıkmamış olacak ki, yeniden benzerini bu şehirde görüp aldım. Camden Town’dan.
Şehir bana geçmiş hayallerimi geri veriyordu sanki. İşte o altı kalın, takoz gibi sabolardan ayağım burada kayıp burkuldu. İki ay koltuk değnekleriyle koşmayı öğrendim. Tıpkı salıncakta sallanır gibi kendimi boşluğa bırakmayı ne de çok sevdim.
Şımarıklığım bu şehirde tavan yaptı. Okulun çatısında yürüyüp bir sınıftan diğerine -hem de camdan cama- burada geçtim. Sınıf sınıf dolaşıp “yeni öğretmeniniz benim” diyerek, daha başlangıç kelimeli İngilizcemle son kur sınıfı öğrencilerine “en baştan öğrendiklerimizi tekrar ediyoruz bu ders” diye masaya geçip öğretmencilik burada oynadım. “Is Mr. Brown coming to the bank?” soruma şaşkınlıkla ama itaatle cevap veren Polonyalı çocuğun, benim okulun yeni, üstelik de birinci kur şımarık öğrencisi olduğumu anladıktan sonra attığı kızgın bakış aklımdan hiç çıkmadı. Onu nerede görsem arkamı dönmeyi bir borç bildim.
Tüm okula adım “çatlak” diye burada yayıldı. İsim yeni değildi ama gittikçe ivme kazanıyordu. Bizim tarafların “azıcık hanım hanımcık ol” sözlerini bu şehirde hiç duymamayı sevdim.
Metro istasyonlarının güzel eko yapan platformlarında, arkadaşlarımı güldürmek için, melodisi Türkçe, sözleri ise yeryüzünde var olmayan bir ülkenin, var olmayan lisanına ait şarkılarını bu şehirde yarattım. Güya aryaydı onlar. Bir gün, yanıma yaklaşıp “ kilise korosunda mı çalışıyorsunuz, nasıl güzel bir melodi bu, sesinizi takip ederek geldim” diyen adama, “hayır” demeye utandığım için “evet” demeyi sevdim.
Highgate semti burada yaşamıma girdi. Yıllarca yaşadığım o semti, oradan Muswell Hill’e giden yola doğru gezinmeyi, koruluğun içindeki ahşap kafede sıcak çikolata içmeyi gelenek haline burada getirdim.
Çin Mahallesindeki Wong Kei restoranda, ilk tattığımdan beri diğer bütün yemekleri bırakıp sadece ama sadece onda tutuklu kaldığım siyah fasulye soslu biftekli pirinç eriştesine burada vuruldum. Kuzenim Banu’yu da onunla zehirleyip bağımlı hale getirerek, sırf onu yemek için, gecenin bir yarısı buluşup, tıkındıktan sonra mutlu mesut son trenle evlerimize dönmeyi burada yaşadım.
Bahar aylarında Green Park’ında saatler geçirmeyi sevdim. Çimlere sere serpe uzanıp kitap okumayı, kalkıp iki tarafı ağaçlı yoldan St. James’e ilerleyip, buradaki gölde yüzen kuğuları izlemeyi, oradan da Piccadilly’ye giden, girişi açık kırmızı otobüslere son hızla atlamayı, yüzümü dışarı sarkıtıp “içeri bayan” diyen biletçiden uyarı almayı hep haz bildim.
Embankment’tan başlayıp Thames Nehri boyunca yürümeyi, ellerim cebimde şarkı söyleye söyleye dolaşmayı, kim bakıyor kim ayıplıyor düşüncesinin sıfırın altında bir derecede seyrettiği özgürlüğü sevdim. Kendim olabilmeyi ve bu olmuşluğun koşulsuz kabulünü sevdim.
English National Opera’da Verdi’yi sevdim, Puccini’ye aşık oldum. Bu büyülü dünyaya bana eşlik etmek istemeyen arkadaşlara kızmayı öğrendim.
Katherine Dock’ta, arka planına Tower Bridge’in manzarası eşlik eden üç katlı ahşap pubta içki yudumlamayı, yudumlarken limanın kokusunu içime çekmenin ne de güzel olduğunu fark ettim.
Bir dolu dünya vatandaşı arkadaşın yanında bana tanıttığı ve hala dostum kalan Kıbrıslı Ayşe’yi, Goldie Ayşe’yi, Filiz’i, Hüsam’ı, İlker’i, Cumhur’u, Serpil’i sevdim. Onlarla yaşadığım her günü sevdim.
Ben Londra’yı sevdim. Burada öğrenci olmayı sevdim. O da beni çok sevdi. Bana yirmili yaşlarımın en güzel hatıralarını verdi şehir. İşte, her gelişimde bu şehre, sanki zaman hiç geçmemiştir de ben yirmi bir yaşındayımdır. Bir şımarıklık vurur deme gitsin. Ağzım ensemde sıkı bir fiyonk olmuş halde, başımda kavak yelleri var gibi sanki, dolaşır dururum eskiden adımladığım yerleri.
İşte şimdi yine geldim. Bir iki saat sonra Oxford Caddesi’nde, önümde uzanan bol ışıklı uzun yoldan, yine ışıkların arasından yürüyor olacağım. Oradan Charing Cross, oradan Leicester Square, Covent Garden derken, Wardour Street’e geri dönüp Wong Kei’de, hiç vazgeçemediğim siyah fasulye soslu, biftekli pirinç eriştemi yiyeceğim. Green Park’ta ağaçların arasından süzülmeye giderim sonra olası.
Hal böyle işte. Bugün yine yirmilerdeyim. Gençlik başımda duman, kovalandıkça kaçan ateşböceğinin ta kendisiyim…
Londra’dan sevgilerimle…
Paylaş