Paylaş
“Turist bacasız fabrikadır”
“ Su akar iz bırakır turist döviz bırakır”
“Turist altın yumurtlayan tavuktur”
Seksenlerde turizm haftasında bu sözler söylenir, öğretilirdi. O zamanlar dünya çok bilmezdi Türkiye’yi. TV’de sık sık Cihan Ünal’ın oynadığı bir dikkat programı dönerdi. Yurt dışında çeşitli ülkelerde insanlara soruyorlardı “Türkiye nerededir” diye. Asya’daydı diyen, Afrika’da mıydı diyen, bilmiyorum diyen. Arabasının içinde, koca kemik gözlüklü yarı kel adam “duydum, ülkenizde dört mevsimi aynı anda görmek mümkünmüş öyle mi” diye yanıtlıyordu muhabiri. Sonra Cihan Ünal “ülkemizi tanıtmıyoruz tanıtamıyoruz” diyerek tanıtıma yönlendiriyordu bizleri. Bayağı etkilenmiş olmalıyım ki turiste tanıtım yapacağım diye epey bir tırmaladım çocukluğumdan beri ben de.
Bizim oralara çok gelmezdi turist. Ama hiç düşmez de değildi. Gelince de, ODTÜ’de okuduğu için çok iyi İngilizce bilen Zühtü dayım etraftaysa, hemen o bulunup getirilir, beldemize gelmiş şortlu, terlikli, iletişim kuramadığı için gariban(!) turiste yardım edilirdi. Doğal olarak dayım o turistin sağ kolu ve dili olurdu. Bu turist, çoğunlukla, bir akşam anneannem ve dedemin evinde akşam yemeğine davet edilirdi. Bilmediğim bir dilde bilmediğim bu sohbetleri hayran hayran izlerdim.
Dayımın hangi dili konuştuğunu bilmiyordum. Tahminim en az beş dil konuştuğuydu. Öyle ya, Japon geliyor dayım konuşuyor, Finli geliyor dayım konuşuyor, Kanadalı geliyor dayım konuşuyor, Alman geliyor, Fransız geliyor hay mübarek dayım bülbül. Hava atıyorum. “Zühtü dayım o kadar çok ülkenin dilini biliyor ki şaşarsınız. Herhalde on tane falan vardır”
Meraklıyım. Soruyorum öğreniyorum. Çok değil ama. İngilizce “merhaba, hoşçakal, adınız ne” diyebiliyorum mesela. Pratiğini yapmak için can atıyorum ama etrafta birileri varken utanıyorum.
Hem bizim hem de anneannemle dedemin evi otelin hemen karşısı. Ne zaman turist gelse bilirdim coğrafi konumumdan dolayı. Arkadaşlarımı tellal düdük çağıran da ben olurdum. Elimde olsa otele girip bildiğim kelimeleri konuşacağım. Ama değil otelin içi, etrafı bile yasak bize. Necat dedem kızıyor. Yabancı turiste sözü olmayan dedemin, içki içip kavga çıkaran yerel turiste gıcığı var. Olur da sarhoş kavgası çıkar, laf atılır ya da kavganın içinde kalırız diye. Hem yok öyle dedemin konumuna laf getirecek giyim kuşam. Emekli öğretmen, fabrika müdürü, ağır, saygılı ve saygın, otoriter. Bir şeye mi kızdı seninle ilgili, seninle yüz göz olmaz, elçi kullanır. Ataşesi anneannem. Derdi o dinliyor, ilk ikazı o alıyor sonra da bizi uyarmaya geliyor:
“Kızım ne o eteğiniz boyu? Dedeniz çok kızmış. Üstlerine başlarına çeki düzen versinler diyor. Gidince giyersiniz ne giyecekseniz."
“Ellerini bırakıp bisiklet kullanıyormuşsun. Yakışıyor mu yavrum? ‘Nejat Hoca’nın torunları sabahtan akşama kadar bisiklet tepelerinde dolaşıyor derler’ dedi. Gidince binersin. Sabırlı oluverin.”
Bu, yazları dedemin arkadaşlarıyla hafta sonu için yaylaya ya da iş için civar illere gitmesi durumlar demek.
Otelin etrafında yaşıyoruz. Daha dikkatli olmalıyız. Şort giymek askılı bluz giymek uygunsuz olur. El âlemin herifi laf maf atar, olmaz. Hele de bikiniyle denize girmek, aman! Ha dedem deniz kenarına zaten gelmediği için kim neyle denize girmiş onu göremez. Orada rahatız sorun yok. Ama diğer zamanlarda giyime dikkat her an uyarı alabiliriz.
Yaklaşık yedi sekiz yaşlarım. Temmuz sıcağı. Pişmişim yanmışım. Şort giysem daha rahat oynarım ama henüz dedem gitmemiş. Bir iki güne gidecek. Yedi yaşında çalı gibi bacakları olan bir sabiyim. Dikkat çekecek halim yok ama ne yapayım? Korkudan geberiyorum dedem kızar diye. O sırada bahçenin yanından otele doğru üç genç kadın yürüyor. Şortları sandaletleri falan hemen anlaşılıyor ki turistler. Birinin şortu benim taze alınmış lacivert cepli şortuma ne kadar da benziyor. Şeytan diyor çek sen de üstüne seninkini, hemen yanlarına git, Cihan Ünal’ın önerdiği gibi tanıtım yap.
Necat dedem iki gün sonra gidiyor. Gün bugün. Şortumu giyip çıkıyorum dışarı. Bahçede pusudayım. Turist pususu. Çok geçmeden körfezdeki üç güzel sahile iniyorlar. Ben hafiye de, güya denize taş atacağım için aynı istikamete gidiyorum. Beni görünce gülümsüyorlar. Etrafta da kimse olmadığı için rahatça “hello” diyorum, sonra da isimlerini soruyorum. Öyle tanışıyorum Alman Rita, Monica ve Elisabeth ile. İşaret diliyle nasıl anlaştıysak kumaş alıyoruz manifaturacı Aydın amcadan. Nevriye teyze de bir güzel şalvar dikiyor onlara. Kumsalda el ele verip halay çekiyorlar şalvarlarını giyip.
Akşamüstü babamla çarşıya ekmek almaya gidiyoruz. Afili afili yürüyorum.” Anaam”. Birden boğazım kuruyuveriyor. Çünkü gittiğini sandığım dedem üç adım ötemizde öğretmen arkadaşlarıyla sohbet ediyor. İşin kötüsü gördü beni. Kaçsam ne fayda? Onun yanına gelene kadar geçen yedi saniyede ben zaten cehennemin yedinci katına erişmek üzereyim. Yaklaşıyoruz. Babam konuşmak üzere kayınpederinin yanında duruyor. Dedem ise gülerek bana bakıyor.
“Ne o turistler gibi olmuşsun” diyor.
Kızmadı ya, cehennemin katlarından bir çırpıda göğe yükseliyorum. Turist gibi dedi bana. Rita’ya benzetti herhalde. Şortlar benziyor ya.
Lakin ertesi gün anneannem “kızım ne dedim ben size. Giyinmeyin şöyle şeyleri dedeniz gidene kadar” diyerek uyarıyor beni.
Aradan birkaç yıl daha geçiyor. Yasaklar aynı. Ben hala çöp şiş kıvamındaki halimdeyim. Çok yiyip hiç şişmediğim cennet dönemlerim. Yani öyle laf atılacak kıvamım yok. Yine bir yaz. Deniz süt liman. Teyzemin Ankara’dan benim için aldığı bikinimi giyeceğim ilk kez. Dedem burada ama deniz kıyısına adımını atmadığı için beni görmeyecek nasılsa. Deniz yatağını alıp sahile gidiyorum. Hemen yatağın üstüne çıkıp Hollywood pozumu alıyorum. Güneşlenmeye başlıyorum. Denizin hareketiyle deniz yatağı otelin önüne gelmiş sayılır. Ayy tehlikeli sulardayım. Doğrulup ellerimle kulaç atıyorum ki emin bölgeye tekrar geçeyim. O da ne? Tam karşımda, anneannemin evinin terasında, “Atatürk Kocatepe’den bakıyor” temasına benzer şekilde ileriye bakan heybetli heykel dedem mi? Tam emim değilim de deniz yatağına mı bakıyor ne? Hem yanmış hem de anneannemi yakmış olmanın korkusuyla bir an kaskatı kesilsem de sakin kalmaya çalışıyorum. Ani bir hareket yapıp atlasam, suyun sesiyle daha bir dikkat mi çekerim? Kesin. Kendimi aheste aheste yataktan kaydırıp denize bırakıveriyorum. Çene hizama kadar suyun altındayım. Tam bir Dede Korkut hikâyesi içindeyim. Görmüş müdür, tanımış mıdır? Belki de turist sanmıştır. He ya kesin turist sanmıştır. Yoksa ne işim var o tarafta?
Şansıma otele karı koca Fransız turistler geliyor o öğleden sonra. Pierre ve Claudia. Geleneksel olarak dayım tercüman oluyor. Akşam yemeğinde dedemlere geliyorlar. Oooh senaryo kendini buluveriyor. Anneannem gelip “sen miydin o tehlikeli sulardaki” diye sorarsa lafım hazır:
“Ne işim olacak benim otelin önünde, turist gibi bikinilerle güneşlenmekle anneanne? Ben yapmadım Claudia yaptı. Turist o. Fabrikasız baca.
Ama sormayın ona bizim deniz yatağının üstünde ne işi vardı diye. İstedi verdim. Turist ya o. Su akacak iz bırakacak, Pierre ile Claudia beldeye döviz bırakacak. Belki altın bir yumurta da bırakır. Misafirperverim ben. Tanıtım yapıyorum.
Bilmedim hiç dedem tanımış mıydı beni o gün? Bilip kızmış mıydı?
Ama bilseydim aramızdan erkenden ayrılacağını bu kadar, onun yokluğundansa razı olurdum yokluğuna bir lacivert şortun.
Paylaş