Paylaş
Geçtiğimiz bayram. Birinci gün. Annemlerin evi… Saat öğleden sonra dört buçuk civarı… Aile, eş dost ziyaretleri yapılmış, ziyaret edilen hemen her evde geleneksel kıymalı ya da üzümlü “nokul”dan yenilmiş. Oğlumun cepleri şeker ve harçlık dolmuş. Kendi parasıyla alışveriş yapmak için benden izin istiyor, ona harcıyabileceği miktarı verip evimizin karşısındaki markete gönderiyorum. Gidip gelmesi beş dakikayı bulmuyor ama ben yine de pencereden her şeyini izliyorum. Markete girişini, koridorda ilerleyişini ve diğer kapıdan çıkıp köşeyi dönüp anneannesinin evine dönmesini…
Elinde çikolatasıyla dönüyor koşa koşa. Hemen açmak için izin istiyor. Hem bayram hem de karnı tok nasılsa diye “tamam” diyorum. O elindekini bayıla bayıla, yüzüne gözüne süre süre yerken, gözlerim parlıyor. Yanına kedi gibi yaklaşıp yalanıveriyorum. Minicik bir parça vermesi için dil döküyorum da vermiyor velet.
“Sen büyüksün, ben çocuğum. Bunları yalnız çocuklar yer” diyor.
“Yok canım olur mu? Ben çikolatayı çok severim” diyorum ben de.
“Hem o elindekinden hiç tatmadım daha önce. O yüzden yani. Hadi uzat bana.”
İstemeye istemeye uzatıyor. Ben senden daha çok seviyorum oğlum çikolata. İşte o yüzden bana göre hala minik sayılan ama ona göre dev bir parçayı ısırıyorum. Parça, önce ağzımda, sonra boğazımda, sonra da zevkle midemde yerini bulurken, çikolatasının önemli bir kısımını kaybeden oğlumun gözlerinden anında yaşlar dökülmeye başlıyor. Gözünden yaşlar ama sesinden de çığlıklar yükseliyor.
“Bitirdin çikolatamıııııı. Bir daha asla vermiycem işte…..Ühüüüüü”
Ve daha ne suçlamalar. Hem de dakikalarca. Ne dediysem ikna olmuyor. Ben konuştukça o daha çok çığlık atıyor. Çareyi oda değiştirmekte buluyorum. Gözünün önünden çekileyim de sakinleşince konuşmamızı yaparız diye.
Küçük odaya geçiyorum arka taraftaki. Biraz önce dil dökmenin yanında epey de ter dökmüşüm. Uzun saçlarımı kaldırıp önce bir at kuyruğu yapıyorum aynanın karşısında sonra da kuyruğu kendi etrafında toplayayarak topuza benzer bir şey oluşturuyorum…Ensem ferahlıyor biraz.
Hala aynaya bakıyorum… Saçlarım kısacık kestirilmiş gibi durmuş toplanmışdan ziyade. Ha işte o sırada, aynadaki kadın –ben- küçük bir kız çocuğuna dönüşüverip çok çok öncelerime gidiveriyorum biraz önceki krizin de verdiği etkiyle.
Haftalar öncesinde heyecanlar yaşardık biz. Bayramda giyeceğimiz elbiseler, yeni ayakkabılarımız ve günü geldiğinde toplayacağımız şeker ya da harçlıkların hayaliyle nasıl da kıpırdanırdı yüreklerimiz. Üç kız kardeştik. Ben en büyükleriydim. Ortancanın ve küçüğün arası sadece bir yaş olduğundan genelde ikiz gibi giydirirdi annem onları. Zaten ikisi birbirine çok benzerlerdi. Saçları hariç. Ortanca Serap’ın saçları kıvırcık- ki bu yüzden sülale içindeki lakabı Merinostu, Sedef’inki ise alabildigine düz ve simsiyah. Benim saçlarım ise ikisinin arasında dalgalanır dururdu. Elbetteki saçlarımın dalgalı olduğunu ancak onları uzatabildiğimde anlamıştım.
Saçlarımız her bayram öncesi yeniden kestirilip şekillendirilirdi. Uzun zaman Ali Garson diye bir model oturtulmuştu kafamıza. Diğerleri küçük olduğundan pek sesleri çıkmazdı bu kesimlere. Ama ben ensemde bir saç nefesi istiyordum artık. Uzun saçı ‘eve dökülür’ sloganıyla uzun süre reddeden annem “moda bu yıl bu kızım” diye oyaladı durdu beni her bayram. Ne geçmez modaymış bu Ali Garson, yıllarca erkek gibi dolaştım sayesinde. Bir de baston yutmuş gibi uzun ve inceyim üstüne, en şık bayram kıyafetini bile üzerimde ‘şirin kız çocuğu’ kimliğiyle taşıyamıyorum. Bu halimle kaç kere erkek çocuğu damgasını yedim hatırlamıyorum.
Birkaç yıl sonra Leydi Di modeli giriverdi modaya. Elbette başıma da hoş geldi Diana’nın Di’si. Oysa ben Kezban olmak istiyordum artık. Çocuk canıma tak etmişti kısa saç.
İşte bayram günü gelir çatardı. Elimde yengemin Almanya’dan getirdiği sarı küçük sepetim ile hemen erkenden arkadaşlarım ile buluşur, tanıdık tanımadık her kapıyı teker teker çalar ve bayramlaşırdık kapının arkasından kim çıkarsa. Bu evler bizi tanırdı ama. Annelerimize selam gönderir, bir yandan da şekerlerimizi verirlerdi. Bir de, ne olduğunu anlamadan, başımızdan aşağı kolonya dökülürdü. Kafam çoğunlukla limon ve tütün kolonyalarının karışımıyla buram buram koka koka, tepeleme şekerle doldurduğum sarı sepetim kolumda evimize dönerdim. Sepetteki çikolatalı şekerleri yer, diğerlerini de kendi şekerliğimize boşaltırdım.
Böyle bir bayram sabahıydı. Beş yaşlarındaydım. Babam ekmek alıp dönmüştü fırından. Elinde ayrıca benim için bir de çubuk şeker tutuyordu. O zamana kadar gördüğüm horoz şekerlerden farklı olan bu şeker kalp şeklindeydi. Yalnız kırmızı değil yeşildi. O kadar güzel bir yeşildi ki hem. Kahvaltıdan sonra yeneceğini bildiğim için, hiç ikiletmeden masada önüme konulanı yalayıp yuttum. Şimdi sıra yeşil kalbi yalamaya gelmişti. Babam, çarşıya gidip eve gelenler için bayram şekeri almayı önerdi. Her zamanki gibi bu bayram da unutmuştu bir iki gün önceden almayı. “Tamam” dedim ve dışarı çıktık. Yolda bir yandan yürüyor bir yandan da henüz jelatininden çıkarmış olduğum kalp şekerimi yalıyordum. Enfes bir tadı vardı. ”Güzel mi?” diye sordu babam. Kafamı salladım hızlı hızlı. “Ben de bakayım bir tadına o zaman” dedi bu kez. Biraz da isteksiz uzattım. O yeşil kalpten şekerimi eline aldı. İste ne olduysa o zaman oldu. Şekerimi yalayacağına ısırıverdi kenarından. Sanki kalbimi ısırmış gibi canım yanmıştı. Birden, yolun ortasında avazım çıktığı kadar bağımaya ve ağlamaya başladım.
“Şekerimi kırdın, şekerimi kırdın”
Yere atıp kendimi tepinmeye başladım. Babam ne yapacağini bilmiyordu, ben ise sakinleşmek ne kelime, onun “yenisini alırız” dediğini duymama rağmen yavaşlamıyordum. Zaten utangaç olan babam bir iki kere beni kaldırmaya uğraşsa da en sonunda yoldan geçenlerden de çekinmiş olmalı ki, beni yolda oturur şekilde bırakıp ilerlemeye başladı. Elimde, artık bir kalbin yarısı olduğu bile tahmin edilemeyecek yeşil yamuk şekerimle uzaklaşan babamı izliyordum. O uzaklaştıkça sesimi daha da yükselterek geri dönmesi ve bana tekrar “kalk yenisini alalım” demesi için feryat ediyordum aslında. O ise ne arkasını dönüyor ne de geri geliyordu. Ben de gururumu çiğnemeyip, ne susuyor, ne yoldan kalkıyor, ne de ağlamayı kesiyordum. Anladım ki perde böyle kapanacaktı.
Babam iyice uzaklaşıp görüşümden kaybolunca ve benim gösterimi görenlerin de etrafta olmadığına emin olduktan sonra nihayet kalkıp eve yürüdüm gerisin geri.
Babam bir yetişkindi. Onun tek bir yalamayla şekerimin tadına varması, benim ise ise o zamanlar bunu anlayabilmem mümkün değildi ki. Benim için elimdeki şeker artık kalp şeklinde değildi o kadar. Babam kırmıştı. Asıl benim babamın şekerden kalbini kırdığımı anlamam için uzun yıllar geçmesi gerekecekti.
***
“Annne eee” diyen sesle kendi beş yaşımdan çıkıverdim. Oğlum sakinleşmiş ve beni arıyordu. Ağzı burnu çikolata içinde yanımda bitiverdi. Ağladığı için pişman mıydı? Hayır. Bana öğüt vermeye gelmişti. Bir daha izinsiz o kadar büyük parça koparmamalıydım onun çikolatalarından.
Tabii konuşmamız sadece onun öğüdüyle değil benimkiyle de devam etti o gün…
Benim yazdığım “Küçük Kalpten Yeşil Şeker” gibi, o da bir gün “Bir küçük çikolata parçası” diye yazar mı büyüyünce bilemem ama, zaman bize nerede ve nasıl cevap vereceğini iyi seçiyor diye düşünüyorum ben? Ya siz?
Paylaş