Paylaş
Kü-çük ev
Laura Ingalls, Laura Ingalls
Caroline Caroline koş koş koş
Carrie- Mary, Carrie -Mary
Charles Ingalls
Yetmişlerin sonu seksenlerin başındaki yıllarda yayınlanan dizi KÜÇÜK EV’i hatırlar mısınız? Minnesota’nın Prairie köyünün kırsalındaki ahşap bir kulübede üç kızı ile yaşayan Ingalls’ların maceralarıyla büyüyenler hala özlemle anarlar bu sevimli aileyi. En azından benim tanıdıklarım. Öyle sevilmiştir ki dizi, adına, yukarıdaki gibi, ellerimizi çaprazlama birbirine vura vura söylediğimiz tekerlemeler bile yapılmıştır.
Ben liseye giderken artık dizi yayında olmayacaktı ama KÜÇÜK EV dizisi ve yeni Ingalls ailesi canlı yayın yapacaktı.
***
Ailem, teyzemler ve iki arkadaşları birleşip bir arsa almışlardı. Bu arsaya dört dairesi olan evimiz inşa edilmişti. Sıra taşınmaya gelince annem itiraz etti. “Ben bu evi yaşamak için değil yatırım için yaptırdım. Asla deniz görmeyen bir evde oturmam” diyordu.
Yakakent’te evler sahil boyunca uzanır. Bu sahil yoluna paralel üç yol vardır. Yani bu paralel yolları dikine kesen sokaklardan denize erişme yolu sadece on iki saniyeyi alır. Ama bu kolay erişim annem için yeterli değildi. Çocukluğundan beri büyüdüğü, evlenip çocuklarını büyüttüğü çevreyi bırakıp beş dakika öteye taşınmak, denizi görmeden uyumak ya da uyanmak istemiyordu. Bu yeni evimiz dururken, ömür boyu denizin ve anneannemin yanındaki beyaz boyalı kiralık evimizden çıkaramazdı kimse onu ama kader ağlarını örmüştü. Bu beyaz ev başkasına satıldığı için yakında yıkılacak ve yerine başkası yapılacaktı. Ama daha vakit vardı.
Yeni evimiz bitince oraya sadece eşyalar gitti. Biz kiralık evimizde kalmaya devam ettik. Evden çıkma zamanı gelinceye kadar annem zaten bir fikir bulacaktı. Buldu da.
Sarıçam tepesinde, büyük büyük büyük babaanneden kalan ve altı taş üstü ahşap bir ev vardı. Gerekli konuşmalar, ayarlamalar yapıldıktan sonra, bu evin üst ahşap kısmına sayılar ve işaretler konuldu. Ve tıpkı bir legoyu tekrar yapar gibi bu üst kısım, anneannemin evinin yanındaki ve yine anneanneme ait olan boş bahçeye konduruldu. Gece değil gündüz kondu ama. Bir oda bir mutfak, nohut oda bakla sofa, bungalov tarzı bir evimiz olmuştu. Şirin mi şirin. Adına konu komşu olsun, akrabalar olsun, hepsi KÜÇÜK EV dediler. Zaten aile yapısı olarak da benziyorduk. Üç kız çocuklu Ingalls’lar artık bizdik.
Karakterim onların ortanca Laura’sına daha çok benzese de, en büyük olduğum için ben Mary Ingalls’tım. Bizim ortanca da huy olarak Mary gibi uysalsa da mecburen Laura olmak ona nasip oluyordu. Carrie’de sorun yoktu. Cılız, pırasa saçlı, minik gözlü Carrie bizim evinkine çok benziyordu zaten.
Ben, Laura ve Carrie bir odada, Charles ve Caroline de mutfak bölümündeki çekyatta gecelerimizi geçiriyorduk. Allah’ım bolluk içinde darlık çekiyorduk.
Babam Charles sabahları erkenden kalkar, bungalovumuzun oturma odasındaki yeşil renkli Auer odun sobamızı yakardı. Oda ısınınca bizler kalkardık. Annem Caroline, denizi görerek uyanmasının mutluluğuyla gününe başlardı.
Carrie ve Laura için hava hoştu da benim için bir boştu. On beş yaşımı bitirmek üzereydim ve ayrı odamın olduğu dayalı döşeli, modern evimiz yerine o ikisiyle aynı odada uyumak zorundaydım. Onlar etraftayken ders çalışmak istemiyordum. Sese tahammüllüm yoktu. Ergendim yahu. Kızmaya zaten bahanem çoktu, yetmiyormuş gibi küçük dünyanın içinde yaşanmaya zorlanmıştım.
Lise üçüncü sınıfta bir de üniversite sınavına hazırlık davası başladı. İlk iki hafta gittiğim dershane olayını üçüncü haftaya sarkıtamadım. Hafta sonumu da sıra üzerinde geçirmeyi reddedip “evde kendim çalışacağım ben” diye tutturdum. Peki, hangi evde çalışacaktım?
Annem, şu sınav bitene kadar, yeni evimizde yaşam sürmeyi bile gündeme getirmedi. Akşam yemeklerinden sonra, eşyası olan ama içinde yaşam olmayan öteki eve gidebileceğimi, sessiz sakin ortamda derslerime çalışabileceğimi söylüyordu. Onun sözünü bir iki kere yerine getirsem de, bir süre sonra yine isyan bayrağını çekmiştim. Her gün kitap taşı, atıştırmalık taşı, odanın ısınmasını bekle vs derken gitmeyi kestim. Küçük evde kalacağımı ve ben ders çalışırken etrafımda kimsenin olmamasını emir buyurdum. Hem ergen, hem liseli, hem de sınav öğrencisi olarak elbette dediğim yerine geldi. Akşam yemeği sonrası ortalarda in cin top oynadı.
Kendime Auer sobamızın yanında, hem de yerde bir köşe hazırladım. Kitaplarımı bu ‘Küçük Ev’deki küçük köşemin duvar kenarına sıraladım. “Buraya gireni yakarım” edamla görünmez tellerle cevirdim çalışma alanımı.
Başladım ders çalışmaya. On dakika, yirmi dakika, yarım saat derken bir bakmışsın uyuyakalmışım. Harıl harıl yanan sobanın yanına hangi kediyi koysan uyur zaten. Kalk kendine gel, tekrar okumaya başla, derken yeniden mayışma durumu. Hayır, zaten oda küçük ve sıcak, ben bir de en kor noktasındayım ömrün… Şu an, bu satırları yazarken bile o günleri düşünüp uykum geliyor vallahi de billahi.
Bahar gelip soba kalkınca ben bir silkelendim, bir kendime geldim de uyumamayı başararak çalışıp üniversiteye kapağı attım işte.
Üniversite yıllarımda sınavlarıma çalışırken ise ‘alışmış kudurmuştan beter’ halimle, Küçük Ev’in küçük kuytusunda çalışmanın uzantısı olarak yeni kuytulara yelken açtım. Geniş odalarda dimağıma girmedi hiçbir şey. Hangi evde çalışıyorsam, o evin en küçük odasının en kuytu köşesini mesken tuttum kendime. Boylu boyunca yere uzanmadan ne kafama bir şey girerdi ne de yeterli randımanım olurdu.
Bir masanın kenarında ya da bir sandalye üstünde tünemek bana göre olmadı. Çoğu zaman o masanın altında çalıştım. Arkadaşım masanın başında, ben o masanın altında örneğin… Başarım da cabasıydı…
Siz siz olun, çocuğunuz yerde yatarak mı çalışıyor, tavana yapıştırıp mı kağıdını okuyor, bir yandan çalışıp bir yandan dışarı mı bakıyor, korkmayın telaşlanmayın... ‘Konsantrasyonu bozuluyor, böyle çalışmayla bundan hayır gelmez’ deyip ümidinizi kesmeyin.
Annemin deyimiyle, okuyacak olan çocuk, her yerde her koşulda okur.
Küçük Ev’den nasıl çıktıysa başarılı bir Mary kız, sizin evden de çıkar bir yıldız…
Paylaş