Paylaş
İlkokul ikideydim ve okumaktan nefret ediyorum. Hele de bir de resim yoksa kitabın içinde işim olmuyor.
İlkin bir çizgi film ile hayatıma giren Heidi ile başlıyor kitap sevgim. Çizgi film başlarken, Heidi bulutların üzerinde yatmış dağlarda dolaşıyor. Babama, beni de bir bulutun üzerine koyması için yalvarıyorum. “Bu imkansız, bulutlar hiçbir şeyi tartmaz” dediğinde, “Heidi’yi tartıyor ya” diye kafa tutuyorum. O kadar çok seviyorum dağların kızını. Öyle ki evcilik oynarken falan benim adım hep Heidi.
Bu çizgi film kahramanının kitabı alınıyor bana. Bol resimli. Parlak renkli. Kitabı ezberlemişim. Ama bir tek onu okuyorum. Başkalarına ilgim sevgim falan yok. Hayalim, Alp Dağları’na gidip orada Alp Dedem ile yaşamak. Peter’le yemyeşil kırlarda keçileri otlatıp, dönünce kulübemize, dedemin ateşte kızartacağı keçi peynirini yemek. Sonra da kulübenin çatısındaki samandan yatağıma uzanıp yıldızları seyrederek uykuya dalmak. Frankfurt’a da gideceğim ama. Clara adlı tekerlekli sandalyeye mahkum ama sayemde ayaklanan bir arkadaşım olacak ya.
Frankfurt yerine Ankara’ya okumaya gittiğimde, ufak çaplı bir benzerlik vuku buluyor bir zaman. En yakın arkadaşlarımdan biri olan Ayşegül dizinden ameliyat olmak için hastaneye yattığında yanındayım. Birkaç saat sonra operasyona girecek. O yüzden tekerlekli sandalyeye koymuşlar onu. Yanında da eşi var. Eşinin elinden kurtarıyorum sandalyeyi. Ben itmeye başlıyorum.
“Merak etme Clara. Çabucak iyi olacaksın ve yine birlikte Alp’lere gideceğiz. Yürüyeceksin söz veriyorum. Değil mi Bayan Rottenmeier?” derken ona, hem bayan hem de meymenetsiz Rottenmeier rolünü verdiğim eşi, neyse ki kahkahayla eşlik ediyor repliğime.
Bu kitapla birlikte ve halen, bol keçi peyniri tüketen, dağlara ve yeşile hayran bir zatım. Yolum hiç düşmese de Mayenfield kasabası ve Dörfli’yi çok seviyorum.
Ve araştırıp buluyorum ki İsviçre’de Heidi rotası” diye bir gezi planı varmış. Benim gibi Heidi hayranları için. Aynı kitaptaki gibi Dörfli kasabasından Mayenfield’den geçerek, onun yolunu izleyerek dağa çıkıyormuşsun. Bu dağda bir kulübe ve kulübenin önünde de bir Alp Dede karşılıyormuş seni. İşte yolum İsviçre’ye düştüğü an yapacağım aktivite budur. Çocukluğumun kahramanının izinde bir gün geçirmek.
O zamana kadar ise hala bu sabi, ben, elimdeki Shirley Temple’ın oynadığı Heidi filmini, bir de İngiltere’ de birkaç yıl dizi olarak gösterilmiş Heidi dizi filmi DVD’lerini başa döne döne izlerim.
***
Ne diyorduk…Şu kitap okumayı sevmememe durumum. Heidi sonrasında, o zamanın en meşhur kitaplarını alıyor annem. Kemalettin Tuğcu’cun “o yaşta çocuğa yapılır mı bu cinsten” drama yüklü kitapları. “Kimsesizler” adlı romanın ilk sayfasını açıyor annem. “Trenin tik tak sesleri arasında…” diye başlayan kitaptan yaklaşık üç buçuk sayfa okuyor. O sandalyede. Ben ise halını üstünde oturmuş “sıkıldım” demek için bekliyorum. Ama sıkılmıyorum bir türlü. Annem dördüncü sayfanın ortasında duruyor. Kitabı kapatıp masanın üzerine bırakıyor.
“Eeee sonra ne olmuş, niye devam etmedin” diye soruyorum.
“Gerisini merak ediyorsan kitap işte burada. Canın istediği zaman alıp okuyabilirsin.”
Zınk diye kalıyorum ama bu taktiği işe yarıyor. Ben o kitabı alıp hevesle okuduktan sonra, yazarın Gurbet Acıları, Oyuncakçı Dede ve Annesizler’i ile başlayıp diğer tüm eserlerini de bitiriyorum.
***
Sonra Baskan yayınlarının serileri çıkıyor piyasaya. 16 adet kitap. Bunların dördü aynı arkadaş çetesinin değişik maceralarını anlatıyor. Şüpheli olayların peşine düşen bu lise öğrencileriyle birlikte bütün Paris caddelerini ezberliyorum nerdeyse. Vandome ve Concorde Meydanları’nda onlarla zaten dolaşmışım. Yeşil Çadırın Esrarı”nı da “Esrarengiz Yabancı” yı da beraber bulmuşuz. Yıllar sonra Paris’te, kitapta adı sanı geçen her noktayı yeni görmüş gibi değil, çocukluğumun maceralarını yaşadığım yerleri ziyaret eder gibi gezdiğimi itiraf etmeliyim.
Bu grubun maceralarından sonra bende türüyor bir dedektiflik tutkusu. Kendime grup kuracağım. Maceradan maceraya koşacağız. Uğur, Hakan, Fikri, kızlardan da ben, Derya ve Yasemin. Yakakent’te gizli kalmış ne varsa ortaya çıkaracağız. Ama bizim oralarda gizlilik yok ki her şey şeffaf… O yüzden grup maceralarımız atçılık oyunuyla sınırlı kalıyor. Erkekler at oluyor, biz kızlar da onların tişörtlerinden tutar halde dağ bayır koşuyoruz. “Dıdıgıdık dıgıdık” diye bağıra bağıra…
Agahta Cristie kitaplarıyla iyice dalıyorum ajan rüyasına. Soruyorlar: “Büyüyünce ne olacaksın diye: “Detektif” diyorum. “Scotland Yard’da çalışacağım”
***
Azıcık daha büyüyünce hayatıma “Çalıkuşu” giriveriyor. Ayyy Kamuran diye etrafta yeşil gözlü bir sarı çıyan bakar falan olmuşum. Aşık olmak için falan değil ha. Sırf kafasını gözünü yarayım diye. Kitapta öyle ya. Hala da en sevdiğim romanın Feride’sine artık nasıl bürümüşsem kendimi, ağaca çıkma özürüm haricinde, deli danalar gibi mektep koridorlarında koşturup maceradan maceraya akıyorum. Adıma da vallahi Çalıkuşu takmışlar.
Büyüyünce ne olacaksın diyorlar: “Öğretmen olup Anadolu’ya gideceğim” diyorum. “Gitmeden önce Tekirdağ’a gider, Aziz eniştemin konağına falan bir uğrarım ama son son”
La havle vela kuvvete…
***
Lisede Vincent Ewing’in “Genç Kızlar” adlı romanına vuruluyorum. Ludlow Tiyatro Akademisi’nde eğitim gören genç kızların dünyalarını, giyimlerini kuşamlarını, yılsonu gösterilerini bir seviyorum ki, o genç kızlardan biri olup bu akademiye girmeye karar veriyorum. Tiyatroya gönül veriyorum hemen.
Giremiyorum tabii. O yaşa gelinceye kadar fikrim zikrim değişmiş. Lakin bu kitaptaki okulu hep merak ediyorum. İnternet dünyamıza girdiğinde, hem bu kitabı hem de yazarını araştırırken, arama motorları böyle bir yazarı da, Ludlow’u da tanımıyor nedense. Aradan zaman geçip yeniden aramaya girişince bu sefer bir bilgi görüyorum.
Vincent Ewing’in asla var olmadığını, yazar Nihal Yeğinobalı’nın bu kitabın asıl yazarı olduğunu öğrenerek çenemi bilgisayar tuşlarına vurmaktan zor kurtarıyorum. Yeğinobalı, o dönem yabancı yazarlara ilgi fazla olduğu için, çevirmen olarak çalıştığı yayınevine Amerikalı Vincent Ewing adlı bir yazarın kitabını çevirmek istediğini söyleyerek, kendi yazdığı kitabı çeviri gibi göstermiş. Yayınevi çok beğenmiş bu romanı hemen basmış. Kitap o kadar tutmuş ki, yazarı arayışa geçmişler. İşte o zaman söylemiş durumu Nihal Hanım. “Vincent benim” demiş.
O kadar yıl boşu boşuna Ludlow’un hayalini kurmuşum yani.
***
Tabii sonra hayatıma yeni yeni bir sürü roman giriyor. Artık kahramanların kimliklerine bürümüyorum kendimi. Kendi kimliğim oturdu çok şükür. Buna rağmen, okuduğum sayfalarda dikkatimi çeken bir detay, bir manzara, bir ev veya bir köprü örneğin… Araştırmadan bırakmam ve gezilecek görülecek listeme anında dahil ederim. Çoğunu bulmuşluğum ve kendimi oralarda karelemişliğimin maceralarını bir başka yazımda sizlerle paylaşacağım elbette.
Alp Dedem’le yaşamadım, dedektif de olmadım, öğretmen olup Anadolu’yu da gezmedim, tiyatroya karışıp sahne tozu da yutmadım ama, kitapların dünyasında bir garip hayalperest olarak işe başlayıp, hayallerin izinde çok yaşadım, gördüm, bildim…
Mutlu dünyalar mutlu hayaller dilerim…
Dedektif HEİDİ ÇALIKUŞU
Paylaş