Paylaş
Anneannemin evindelerdi o akşam. Herkes. Annem, babam, teyzelerim, dayılarım… Herkes mutluydu, gülüşüyorlardı. Bir bayram havası ama bayram değil. Üç yaşımdaydım, kesindi. Çünkü onunla aramda dört yaş olan kardeşim sekiz ay kadar sonra gelecekti. Bu kalabalık da onun gelişine beni hazırlamak içindi.
Odaya girdiğimde, annem ve teyzelerimin benim küçüklük turuncu yün battaniyeme sarılı bir bebeği, “aman da aman” diye pışpışlayarak havaya atıp tuttuklarını gördüm. Herkes onunla ilgileniyordu. Ara ara da bana bakıyorlardı. Ne hissettiğimi hatırlıyorum. Hiçbir şey. Anlamamıştım çünkü. Kimin nesiydi bu bebek? Niye benim battaniyeme sarılıydı? Sonra annem kucağına aldı bebeği. “Kardeşin olsun mu? Senin için gelecek istersen” gibilerden bir şeyler dedi. Yine alık ve cevapsız baktığımı hatırlıyorum.
Annem ikinci bebeği bekliyordu ve benim bu yeni bebeği nasıl karşılayacağımı, ona nasıl tepki göstereceğimi merak ettikleri için alıştırma yapıyorlardı. Yani benim battaniyemin içindeki bir bebek değil küçük bir yastıktı. Şimdilik.
“Elif, kardeşin olsa ne yapardın? Sever miydin? Onunla istediğin gibi oynarsın. Abla olunca ne güzel olur” tarzı cümleler duyuyordum. Cevap vermiyordum. Şoktaydım belki. Sanırım bu sessizliğim olayı anlamamış olmama değil kıskançlığa yorulmuştu. Öyle olmalı ki devamlı bir ilgi gösteriliyordu bana. Kocaman kalabalık ailenin ilk torunuydum. Kuzenlerim Banu ve Fehmi daha yeni doğmuşlardı. Daha onlarla oynanmıyordu. Ortalıkta hanedanın gözdesi olarak dolanan sadece bendim. İlgi zaten bendeydi. Ama bu akşam daha da bir abartılmıştı.
Bu yastık bebek hikayesi yedi sekiz ay sonra bir mart öğleninde gerçek oldu. Serap doğdu. Oysa ben annemi şişmanlamış zannetmiştim meğer orada yastık saklıyormuş. Henüz bebeği görmemiştim ama çok da meraklı değildim sanki. Heyecanlı olduğumu hatırlamıyorum. Onu ve annemi henüz görmeye odaya girmemiştim. Misafir odasında bekliyordum. O sıra babam geldi. Elinde kocaman bir kese kağıdından torba vardı.
“Elif bak. Kardeşin getirmiş bu paketi sana. Bak bakalım ne getirmiş” dedi.
Yırtarcasına açtığım torbanın içinde neler yoktu ki? Çikolatalı krema kavanozu, çeşit çeşit çikolatalar, bisküvi ve renkli lokumlar. Cennette gibiydim. Niye sevmeyeyim ki ben bu yeni gelen kardeşi? Yalnız bunları nereden aldı? Annemin karnına nasıl girdi bu koca paket? Bunları düşünerek ama yalanarak çikolatalı kremayı kaşıklamaya başlamıştım bile.
Yeni kız kardeş devamlı uyuyordu. Yani oynayamıyordum, paylaşamıyordum ama onu kabul etmiştim bence. Niye etmeyeyim? Hala ekmeğini yiyordum. Lokumları… Keşke çikolatadan daha fazla getirmiş olsaydı. Onların hepsi bitmişti de. Neyse olsun. Hazinem bitene kadar ben bu bebeğe alışmıştım.
Serap yaklaşık üç aylık olmalıydı. Bir yaz günüydü. Annem evde babamla ben bahçedeydik. Annem Serap’ı pencereden hafif dışarı doğru tuttu babam ise onun fotoğrafını çekti elindeki kamerayla. İşte o anda bir adaletsizlik hissettiğimi net hatırlıyorum. Fotoğraf eve gelince ağzımı açtım: “Niye sadece onun fotoğrafını çektiniz? Neden beni çekmediniz?”
Annem, “Kızım senin çok fotoğrafın var. Kardeşinin ilk defa fotoğrafı oldu. Öylesine çektirdik” diye bir şeyler geveledikten sonra, “baksana zaten kel çıkmış” dedi. Hakikaten güneş öyle bir yansımıştı ki Serap saçsız görünüyordu. Nasıl olsa kel çıkmış. Yani fotoğraf güzel değil diye düşündüğümü ve daha bir rahat hissettiğimi anımsıyorum. Aslında bir paket daha çikolatam olsa iyi olurdu. Acaba benim fotoğrafımı çekmediniz diye ağlama krizine girsem yine çikolata ve lokum getirir miydi bu kel bebek?
Ben ağlamadım o getirmedi. Onu yerine Sedef getirdi. Serap daha iki yaşına gelmemişken bir de Sedef doğdu. Babam, yine benzer bir kese torbayla yanıma geldi. “Bunları sana yeni kardeşin getirdi. Sadece sana getirmiş ama. Al bunların hepsini, Serap görmeden ye” dedi. Anam ne güzeldi be! Annemin sonsuza kadar kardeş getirmesine izin verecek kıvamdaydım. Yeter ki kısmetleri veya rüşvetleriyle gelsinlerdi.
Bu iki kız kardeş artık annemin karnındaki dükkandan bir şey getirmedilerse de ısmarladığım çikolataları Şükrü Amca’nın dükkanından gidip getirmeye başladılar. Onları her işime koşturdum. Ben artık ergen olduğum için tuhaftım ve iki yüz metre ötedeki yere gidip kendi işimi halletmekten acizdim. Saltanat sürüyordum çünkü vızır vızır çalışan vezirlerim vardı. Bu çalışma, yastıktan türeme olan Serap iyice ağırkanlı olduğu, aklı ermeye başlayan Sedef ise isyan bayrağını çekene kadar devam etti. Fakat bir süre sonra durma seviyesine geldi. Eyvahlar olsun saltanatım yıkılıyordu.
Hizmete alışmış bir ergen olduğum için bu sefer rüşvete başvurdum. Sedef, “Bana çikolata al gel, üstü senin” diyerek harçlığımdan bu isyankara akıttım bir süre. Ama çikolatalara zam gelince benim harçlıktan artan para Sedef’in dişinin kovuğuna yetmeyeceği için yine servisi reddetti. Şarkı, şiir, kompozisyon yarışmalarından kazandığım ödül, madalya türü şeyleri sundum son çare:
“Bana bak Sedef. Bu madalyayı satsan tam yirmi lira eder. Bin tane çikolata alırsın. Bu senin olsun. Bana karşılığında kendi paranla çikolata alsana.”
Lakin ne o bunu yedi ne ben çikolata.
Hani bu bebekler benim için gelmişlerdi? Elleri kolları dolu gelmişlerdi bir de. Komutla çalışıyorlardı ya. Altıncı yıl bozuluyor mu bunlar ne? Kullanma süreleri mi vardı?
Şimdi görün o zaman. Zamanında gelişinize ses çıkarmayan ve uzun süre şekerle susturulan ergen ablanın içinden neler çıkarmış görün bakalım siz. Ya da geç olmadan özünüze dönün. Fikrimi değiştirin. Zor değil ki. Bir çikolataya bakar.
Paylaş