Paylaş
Geçen yazımda yazdığım kahve çiğnememin üstünden, ikisi Ankara’da, dört yılı da Londra’da olmak üzere toplam altı yıl geçmiş. Ciddi ciddi hiç kahve içmemişim. Yok, beni az kalsın öteki tarafa gönderdiği için ona küsmüşlüğüm yok. Başka içecekleri yeğ tuttuğumdan. Kahve benim için sadece bir araç. Uyanık kalmam için. Ona da ihtiyacım olmamış pek bu uzun süre.
Artık Londra’daki son yılım. Tezimi ve yüksek lisansımı bitirip, kepimi fırlatıp ülkeme geri döneceğim. Tez konusunu almışım. Kaşınmayı çok sevdiğim için yine beni güzelce kaşıyacak bir konu bulmuşum. “Hatun sana ne el alemin turizminin geliştirilmesi için hangi pazarlama stratejilerine ihtiyaç var? Sana mı soracaklar sanıyorsun? Hadi sordular diyelim oralara gidip yerleşme fikrin mi var da ha gayret ve illa onu bulacağım diyorsun? Kendi ülkenin turizmini ele al. Mis gibi bilgi de var. Yok. İşin niye kolayına kaçayım ki? Ben Sovyetler Birliği'nin çökmesiyle ortaya çıkmış olan Türk Devletlerinin turizmi nasıl gelişir onu yazacağım. Hepsinin bir de. Ülke çok bilgi az. Kolay gelsin.”
Hiç de kolay gelmiyor. Londra’da bir sürü ülkenin turizm bürosu olmasına rağmen Özbekistan ve Kazakistan hariç hiçbirinin yok. Diğerlerinin tek tek konsolosluklarına gidiyorum. Bilgi yok diyorlar. Olsa olsa WTO'da vardır diyorlar. Dünya Turizm Organizasyonu’nda yani. Bütün ülkeler verilerini oraya bildiriyorlar. Yani bana Madrid’in yolları görünüyor. Ne pes edecem? Yol yakınken ne diye tez konumu değiştireyim? Giderim ben Madrid’e. Sabah WTO’nun kütüphanesinde çalışır, öğlenden sonra da gezerim.
Üç hafta sonra, kuzenimle birlikte Madrid’de WTO’nun kapısından içeri giriyorum. Birkaç gün akşamüstüne kadar çalışacağım dediğim yerde iki saat kalmak yetiyor. O iki saatte de fazla olmayan verilere ulaşmaya çalışıyorum. Toplam dört sayfa. Aza kanaat getirerek çıkıyorum.
Efendim, yazıları ve grafiklerini çok önceden bitirdiğim tezimin son düzeltmelerini tipik huyumla en son haftalara bırakıyorum. Sonra da son günlere. Sıkışıyorum neticede. Teslim tarihinden ancak bir gün önce çalışmam bitiyor. Sabah ciltletmeye oradan da okula gidip tez danışmanıma teslim edeceğim.
Sabah bilgisayarın yazdır düğmesine basıyorum. Sekiz aylık emeğim çıkmaya başlıyor. İlk yirmi sayfası güzel çıkarken diğer sayfalar solmaya başlıyor. Anlıyorum ki kartuş bitiyor. Yazma işlemini durdurmak için bir şeylere basıyorum. Hemen dışarı fırlayıp yeni kartuş alıp eve dönüyorum. Yeniden yazdır tuşuna basıyorum fakat çıkan sayfalarda her şey eciş bücüş. Yazıların arasına sıkışmış grafikler, yarım kalmış sayfalar, boşluklar, yıldızlar. Biri bana rüya gördüğümü söylesin! Ne yaptım ne ettiysem düzeltemiyorum. Çıldırmanın eşiğindeyim. Dört saat vaktim var teslime ama bunu bitirmemin imkanı yok. Çaresiz tez danışmanının arayıp durumu belirtiyorum ve bir gün ek süre istiyorum. Günü vereceklerini ama nottan düşüleceğini söylüyor o da. Gözünün yağını yiyim demeye ne İngilizcenin yapısı ne de gururum olanak veriyor.
Yüz iki sayfanın sekseni yeniden yazılacak. Yaz yaz yaz. Saat akşam on bir ve ben iptal durumdayım. Daha bir sürü sayfa ve on adet de grafik var girilecek. Akşamüstünden beri içtiğim kahve kupası sayısı altı. Gece uzun süreceği için akşam altıdan beri üst üste ve sütsüz içiyorum. Gidip yedincisini yapıyorum çünkü hala deli gibi uykum var. İşte bu esnada bana bir şeyler oluyor. Kalbim dakikada bin beş yüz atmaya başlıyor sanki. Ellerim titriyor, avuçlarım terliyor. Gaipten çınlamalar mı duyuyorum ne? Bana doğru yaklaşan ak sakallı dede mi bismillah? Yok, penceremin perdesini havalandıran rüzgarmış. Değil mi yoksa? Ay sıyırmak üzereyim. Gerçek miyim yalan mı? Öldüm de göğe mi yükseldim?
O titremeye, o çarpıntıya rağmen uykum hala var. Zaten korkudan tez mez umrumda değil şu an. Saati sabahın dördüne kurup uyumaya, sonra devam etmeye karar veriyorum. Hemen yatıyorum titrek halimle. Uyumuşum. Rüya görüyorum. Bugün bile tüm netlikle hatırladığım rüyamda tezimi yetiştirmeye çalışıyorum. Çalışma odasında üç bilgisayar var. İkisinde ellerimle birinde ise ayaklarımla yazıyorum ha bire ve titreyerek. Ve rüyada bile öyle stresliyim ki dilimi ısırıp duruyorum acımasına aldırmadan.
Kurduğum alarm saat tam dörtte çalmaya başlıyor. Uyanıyorum. Hala uyku ile gerçek arasındayım. Kımıldayamıyorum. Dilimi yanlamasına ısırmış haldeyim. Önce ağzımı açıp dilimi kurtarıyorum. Biraz daha kendime gelince ellerimin iki yanda ve havada olduğunu görüyorum. Yastığım ise her nasılsa ayağımın altında. Ayak parmaklarım yastık kılıfını sıkıca kavramış. Bu, tez zamanda tez yetiştirmeye çalışan bendenizin rüyadaki bilgisayarları işte. Sol elimle yazdığım bilgisayar güya duvar, sağ elimle boşuktaki bilgisayar işlevde, ayak parmaklarımla yazarak harikalar yarattığım bilgisayar ise yastık...
Hülasa o tez ertesi gün teslim edildi. Ben kahveye yine veda ettim. Çok uzun bir süre içmeye korktum. Elektrik verilmiş gibi titrerim yine diye başka içeceklerde durdum. Kendimi portakallı sıcak çikolataya, limonlu sodaya, meyve kokteyllerine, kadere ve aşka vurdum.
Aha birkaç yıl var Türk kahvesi gireli evime. Gelen istiyor giden istiyor, bari kenarda bulunsun diye fincan takımım da oldu kahvem de. Ama o gelen ve giden dostlarımla kahve zevkine ben de erdim. Artık benim de bir muhabbetim var.
Bak hala mı inanmıyorsun Ayşegül? Çağır beni evine, gör bak en ala muhabbet bende :)
Paylaş