Paylaş
Kahvenin başıma açtığı iki maceram var. Bunlardan ilkini bu hafta, ikincisini ise gelecek yazımda paylaşayım dedim.
İşte ilki…
Bana “Ne muhabbetsizsin” derdi Ayşegül. “Ne çay seviyorsun ne kahve. Muhabbetsizsin işte”.
Bir kahve eşlik etmese de muhabbetimize diyecek yoktu aslında. Suyla da epey yol alabiliyordum ben.
Evet, hiç çayla kahveyle aram olmadı küçüklüğümden beri. Alıştırılmadık. Misafirliklerde annelerimize yapılan sade ya da sütlü Türk kahvelerinden tatmak isteyince “Çocuk kahve içmez” denirdi. Zaten ayrı tabakta ikram da gelmiyor bize, anamızın tabağından yalanıyoruz, nerde görülmüş bir de kahve ikramı? Ama biz de çocuğuz, istiyoruz. Her zaman değil ama bir iki kere yalanan ısrarcı çocuklarına veriyorlar kahvelerinden anneler. O da eğer kahveyi su yerine sütle yaptırmışlarsa. Gelen kahveden birazı fincandan tabağına özenle dökülüp soğutuluyor sonra ağzımıza tutuluyor. Bildiğiniz kediye verir gibi.
Kokusunu nadir duyup tadını da tam kavrayamadığım kahve o yüzdendir ki bir vazgeçilmez olmadı hayatımda. Haliyle kültürünü bilmediğim bir şey neye iyi gelir, neyi tetikler, ne kadar içilir merak etmedim. Neye iyi geldiğini değil ama neyi tetiklediğini yaşayarak öğrendim.
Üniversiteye gelmişim. Üçüncü sınıftayım. Vizelerimiz var. Zor dersler, yan dersler, ana dersler falan filan, günde üç vizeye gireceğimiz, o yüzden bir akşamda birkaç sınava çalışacağımız günler geliyor. Geliyor da ben öyle gece yarılarına kadar ders çalışamam ki. Uykum gelir. Tavukgillerdenim. Ne varsa erken saatlerde var bende. Oysa sınavlara evinde birlikte güle oynaya çalıştığım Ayşegül öyle değil. O gececi Neşet. Zaten evli ve iş kadını. İşinden evine dönmesi, yemek yeme, kocasıyla sohbet, varsa misafir ağırlama törenlerinden sonra masa başına geçip sabaha kadar mola vere vere çalışıyor.
Neyse, okulda uykusuzluğa dayanamadığımı anlattığım bir arkadaşım, “Bir kaşık kahve at ağzına, çiğne ve yut. Uykunun kaçtığını göreceksin” diyor.
İşte bu akşamlardan biri. Okuldan Ayşegül’ün evine geliyorum. Yemeğimizi yiyoruz. Hemen çalışmamız lazım çünkü ertesi güne iki sınav var. Fakat bize yakın oturan, kazımızın mimarı Fuat ağabey ve eşi Nurgül kahveye gelmek istediklerini söylüyorlar. Ayşegül de “Tabii” diyor. Yok, hani “Bana müsaade” deyip odaya çekilebileceğim insanlar değiller ki… Kaç günümüz beraber geçmiş Çanakkale’de kazıda. “Siz oturun ben erken çalışıp erkenden tüneyeyim” diyemem. Yani onlar gidene kadar elim mahkûm bekleyeceğim çalışmak için.
Fuat ağabey ve Nurgül geliyorlar. Sohbet kahkaha derken epey bir geç oluyor. Kimsede kalkmak gibi bir eğilim yok. Niye olsun ki?
Bilmiyorlar yarın iki sınav var. Benim artık espri gücüm de seviyem de iyice düşmüş. Bu, tehlikeli uyku eşiğine girmişim demek. Sık sık kalkıp bir tarafta esneyip geri dönüyorum yanlarına. Ayşegül için hava hoş. Sabaha kadar oturabilir o. Ya ben garip ne yapayım?
Okuldan arkadaşımın kahve çiğne deyişi geliyor aklıma. Sohbet tam gaz devam ederken ben mutfağa geçiyorum. Kahve kavanozu tezgahın üstünde. Arkadaşım bir tatlı kaşığı demişti ama benim o kadar uykum gelmiş ki, tatlı kaşığı kesmez diye bir çorba kaşığını tepeleme doldurup atıyorum ağzıma. Almamla boğazıma kaçması bir oluyor tozun. Nefes almak ne mümkün! Yanımdaki musluktan su içmeye aklım çalışmadan, ellerim iki yanda, gözlerim son demine kadar açılmış halde salona koşuyorum. “Ööööö, öööö” diye böğürerek, elimi kolumu havada sallıyorum. Saçımın uzunluğu, üzerimdeki etnik gömlek de destek, geceyi biraz daha şenlendirmek için Kızılderili dansı yapıyor gibi görünüyorum. Hani ağzımdan kara sular damlamasa, çeşitli dans gösterilerime alışkın bu insanlar yardıma koşmayıp elleriyle tempo tutacaklar bana. Ama anlıyorlar. Biri hemen su yetiştiriyor. Suyu içince hayat tekrar devam ediyor benim için. Kendime geliyorum. Halk merak ediyor tabii ne oldu diye.
“Şeyy yarın sınav var da, çalışmadım da, uykum geldi de, uykum kaçsın diye işte şey ettiydim de, kahve işte…” gibilerden mırıldanıyorum.
Bunu duyan millet önce bir gülüyor ama hemen sonra Fuat ağabey “Biz gidelim siz de çalışın, zaten geç oldu” diyor.
“Yok” diyor Ayşegül. “Daha erken yahu.”
Hatun ne erkeni! Saat 23.45. Yolcu yolunda gerek. Misafirliğin kısası makbuldür. Zengin kalkışı diye bir şey var hem. Bu milyoner kalkışı oldu zaten. Tövbe tövbe. Bırak. Onlar da işe gidecek yarın. Ayıp!
Neyse ki yolcudur Abbas bağlasan durmaz oluyor, onlar da yollarından dönmüyorlar.
Artık korku ve adrenalin mi, yoksa çiğnemeye bile fırsat bulamadığım kahve suyla birlikte kanıma daha çabuk karıştığından mı bilmem, uykum kaçıyor. Saat üçe kadar iki sınava çalışıyorum. Sınavdan da alnımın akıyla çıkıyorum.
Altı yıl… Tam altı yıl, ne fitresi ne Türkü ne İtalyan versiyonlu olanlarından içmiyorum kahvenin. O gün yediğim onca yıla yetmiş. Ama gün geliyor, yeniden uykusuz kalmam gerekiyor. Kendi tarihime “ikinci kahve vakası” olarak geçecek olay da bir sonraki yazıma. Şimdi ben bir kahve molası vereyim izninizle. Bir çorba kaşığı :)
Paylaş