Paylaş
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yavaş yavaş dersler başlıyor. Her dersle birlikte hocalarımızla ve konularımızla tanışıyoruz.
Arkaik Dönem Heykel dersi için üzerinde haki yeşili fitilli kadife pantolonu ve ona takım ceketiyle sınıfa Prof. Coşkun ÖZGÜNEL giriyor.
Biraz sertçe. Gözlüklerinin üzerinden önce hepimizi bir süzüyor. Kendini tanıtıp bizlerin isimlerini ve neden bu bölüme girdiğini öğrenmek istiyor.
“Bakalım kaçınız kalacak bu bölümde” diyerek ilk dersine başlıyor.
Coşkun Hoca ayrıca Antik dönem seramik derslerine de giriyor. Ders esnasında inanılmaz disiplinli, katı ve mesafeli olan bu hoca, ders dışında ona danışmaya gittiğimizde bir şeker kral. Ama o şeker yine de sert. Dünya tatlısı, acayip esprili, sivri zekâsından fırlayan sivri esprileri ile öğrencilerinin gönlüne taht kurmuş bir arkadaş hoca olsa da yanında saygıyla yine de titremen geçmiyor.
Arkeoloji okuyan her öğrenci gibi ben de yazları kazı programına katılmak için ismimi yazdırıyorum. İlk yıl İzmir’de yaptığım kazı, ikinci senemde Coşkun Hocanın kazısı oluyor. Çanakkale Gülpınar’daki Apollon Smintheus kazısına giden ekip içinde yerimi alıyorum. Ekip birbirini önceden tanıdığı için ben biraz eğreti duruyorum gibi. Eski grubumu mu özlüyorum ne? Sanki buradaki gruba dahil edilemeyecekmişim gibi bir his var. Ama öyle olmuyor. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, burada da inanılmaz güzel vakit geçirmeye başlıyoruz. Sabahın beş buçuğunda kalkmak hiç koymuyor. Güle eğlene güne başlıyoruz. Saat ikiye kadar kazı alanında çalıştıktan sonra, yedi cücelerin madenden dönüşü gibi toz toprak çamur içinde yürüyoruz Gülpınar köyünün içinden. Yine güle oynaya.
Yemekten sonra biraz laboratuar çalışması yapıp akşam, denizi tepeden gören okul bahçesinde milyonlarca yıldızın altında sohbetler şarkılar türkülerle meşk ediyoruz.
Coşkun Hoca genelde lokum kıvamında. Ama bazı haller oluyor ki hocanın sesi Olimpos’un baş tanrısı Zeus gibi kükrüyor. O anlarda kimse etrafta olmak istemiyor çünkü hocanın gürlemesinden bir şekilde nasipleniyorsun. Onu çok iyi tanıyan kazı ekibi üyeleri asla kırılmıyorlar bu nasiplenmelere. Hocanın fırtınası dindikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi kaldıkları yerden devam edebiliyorlar. Çünkü kendilerine yönelen kızgınlık için sadece dalgakıran görevinde olduklarını biliyorlar. Çünkü onlar kendilerine COCO olan Coşkun Hoca’nın içeriğini biliyorlar. Onun bir şekilde gönül alacağını ezbere biliyorlar.
Ama ben öyle miyim ya? Ben daha tanıma aşamasındayım hocamı. Bana sesini yükseltilirse kendime gelemem ki. Ben zaten yüksek sese gelemem… Kaldı ki hocadan azar işitsem pılımı pırtımı toplar giderim ki hiç de şık olmaz. İşin kısası hocanın yüksek desibelini anladığım an, ya Speedy Gonzales gibi “yandale yandale arriva arriva” diyerek ortamdan yok olmam lazım ya da ses kaynağının yeri belliyse, dümeni o tarafa asla kırmamam gerek.
İşte tüm kazı boyunca ben de onu yapıyorum. Sansıma, bu gök gürlemelerinden kıl payı kurtulmuşluğum var.
Yemeklerimiz teyzeler tarafından yapılıyor. Biz öğrenciler de masayı hazırlayıp servis yapıyoruz. Fakat bazı günler Hoca mutfağa geçip özel saydığı birkaç şeyi yapmak istiyor. O akşam yemeğe İstanbul Üniversitesi’nden misafirler var. Hoca en iyi biçimde ağırlamak istiyor. Yemekte balık olacak. Ben o sıralar ağzıma balık koymuyorum. Karadenizlilerin yüz karasıyım. Ne çay içiyorum ne balığın yanından geçiyorum.
Teyzeler mezeleri yapmışlar. Patates haşlamışlar. Biz patates salatası yapacağız.
Ben Karadenizliyim ne bilirim börülce ne salatası ne içine ne konur? Benim için “bahçelerde börülce oynar gelin görümce” türküsündeki öylesine bir kelime börülce. Şeklini de yemeğini de bilmem o sıralar. Efendim Hoca mutfakta. Biz de mutfağın kapısının açıldığı holdeki masada diğer mezeleri tabaklara koyuyoruz. Patates salatasını ben yapıyorum. Soğan koyuyorum, baharatını ekliyorum. Bir de masanın üstünde hali hazırda küp küp doğranmış olan domatesleri de boca ediyorum karıştırma kabındaki patatese.
“Ayyyy ne yaptın” diyor biri. “ Onlar börülce salatası içindi. Hoca görmesin!”
Allahhhh. Benim dizlerim başlıyor mu tir tir titremeye? Hani misafirlerin gelmesine az kalmış. Hoca zaten streste. Bir de bunu görürse yandım ki ne yandım.
“Ne oldu” diyen mırıldanmalar artıyor. Herkes, benim hocanın domateslerini kullandığımı duyuyor. Bir anda herkes masanın başına toplanıyor ve imece halinde domates kesmeye başlıyoruz. Tayyar, İsmail, Ayşegül, Ataner, mimar Fuat ağabey. Daha iki domates ancak kesilmişken hoca içeriden sesleniyor: “Domatesleri getirin!”
Mutfağa doğru giden olmayınca yeniden sesleniyor. “Domates dedim duymadınız mı? Biri getirsin hemen!”
Herkes başı önde domates kesiyor. Mutfağa giden yok. Bildiğim duaları dahi korkudan okuyamıyorum. Ve nihayet hoca mutfaktan bizim masaya doğru geliyor. Neyse ki hatırı sayılır bir domates var masada. Tabağı alıp içeri gitmek yerine şaşkınlıkla bize bakıyor.
“Niye domates kesiyorsunuz? Zaten vardı. Onlar nerede?
Kimsede zerre kadar çıt yok. Sadece domateslere inen bıçak darbeleri.
“Konuşsanıza be!”
O sırada, hemen yandaki tencerede kapta salatasına karıştırılmış domatesleri görüp anlıyor işi.
“Patates salatasına mı koydunuz domatesleri? Bu salatada domates kullanılır mı? Kim koydu?”
Kimsede yine çıt yok. Bende de “hocam pardon ben koydum. Kusura bakmayın. Valla bizim memlekette koyan var. Ondan şey ettiydim” diyecek cesaret yok. O kadar korkmuşum. Uçuk çıkarmasam iyi.
Bakıyor ki kimseden laf çıkmayacak, hoca kafasını sallaya sallaya yeni domateslerle birlikte börülcesine ilerliyor.
Yemekte servis yaparken kendi kaseme iki kaşık kadar balık çorbası koyuyorum ki, hepsini yemişim de birazcık artmış gibi olsun. Ama Hoca yine yakalıyor. “Bunda niye az çorba var? Senin mi bu kâse Ebru? Bana sakın balık yemediğini söyleme. Ne biçim Karadenizlisin sen!”
Zaten domatesten kesin çaktım. Bir de bundan mimlenmeyeyim diyorum.
“Yok hocam balığı çok severim de çorbasını hiç denemedim. Biraz tadına bakıp öyle dolduracaktım. Ama eminim çok güzeldir şimdiden koyayım”
Kâsenin ağzına kadar balık çorbası koyuyorum. Üstüne üstlük içinde maydanoz da var çorbanın. Allah'ım sen bana yardım et. Hoca yaptığı çorba beğenildi mi yeniliyor mu diye hepimizin üzerinde tek tek göz gezdirirken bayılmadan o çorbayı içip bitiriyorum.
Gök gürlemiyor…
***
Kazının sonlarındayız. Artık kazı alanına gitmeyip sadece laboratuarda çalışıyoruz. Sabah çok erken kalkmamıza gerek olmasa da yine belirli bir disiplinimiz var. Ama o gün nasıl olduysa anam yirmi dakika geç uyanıyorum. O da bir bağırma çağırma duyduğum için. Hoca bir şeye kızmış, yeri göğü inletiyor. Bir hata, bir gecikmeyle Hoca seni mimlemez hemen. Lakin hali hazırda sinirlendiği bir şey varsa, mutlaka önünden kim geçerse bir patlamaya maruz kalacak bu kesin. Sinirini artıracak katalizör de anlaşılan ben olacağım bugün. Görüyon mu bak. Tüm kazı boyunca kaç kaçabildiğin kadar, ahan da sıran geldi kızım.
Odadan çıksam Coşkun Hoca'nın önünden geçmem lazım ki, sen niye geciktin diye bir yürüyecek. O gidene kadar odada saklansam, ya çalışma odasındakilerin içinde eksik elemanı görürse? Sakal ve bıyık meselesinin tam ortasında mıyım? Ne tarafa tüküreceğimi şaşırmış halde odanın ortasında Helenistik dönemi heykeli gibi dikiliyorum. Benim kendimi çalışma odasına ışınlamam lazım ama nasıl? Hoca belki sabah oraya gitti benim olmadığı da gördü bile. İşin orasını düşünecek zamanım yok. Yaklaşan ayak sesleri mi var yoksa hayal mi kuruyorum? Birden nasıl olduğunu kendim de anlamadan odanın penceresine doğru zıplayıp camdan aşağı atlıyorum. Tek katlı bina ama kat oldukça yüksek. Yine de yara bere almadan kalkıyorum yerden. Binanın etrafını dolanıp Hoca görmeden çalışma odasına geçiyor ve masamın başında çalışmaya başlıyorum.
Velhasıl o günü de papara yemeden atlatıyorum.
Sevgili Coco Hocamız, Coşkun Hocamız… Yüzlerce öğrenciye hem hoca hem arkadaş olan, içeriği öyle güzel, dışarısı asil hocamız… Hem yol gösteren hem yol veren, hem demleyen hem demlenen sohbetlerin baş tacı, kaya resminin altında pamuk şeker kıvamlı, bazen med bazen cezir, ama sonunda hep sakin nehir, arkeolojinin mihengi, öğrencilerinin Heykel Baba’sı…
Bir Şubat 1 daha geldi geçti. Sağlıkla, mutlulukla, huzurla, güzel ailenle, yanında olan olamayan biz öğrencilerinin alkışları arasında, nice Şubat 1’lere ister gök gürültünle, ister neşenle merhaba demen dileğiyle…
DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN…
Paylaş