Paylaş
Bir varmış bir yokmuş. Karadeniz’in, o zamanlar adı Gümenez (Kominos) olan küçük bir balıkçı kasabasında dünyaya açmış gözlerini O. Bilerek mi o adı koymuşlar ona bilmem ama adının hakkını tepe tepe vereceği varmış bu derin bakan çocuğun. Aklı, hayali, görüşü, yeteneği, hırsı, ufku bir hayli engin olacak olan bu çocuk ENGİN adıyla hayatın sahnesine çıkıvermiş.
Çeşit çeşit sahnelerde, hep aynı duruşla ve aynı desturla rol almış Engin:
“İstersem başlarım, başlarsam en iyisini yaparım”
Ortaokulu bitirince “Polis Akademisi” demişler. Kafasında var mıymış polis olmak? Hiç de yokmuş ama o kadar övmüşler ki okulun başarısını, o zaman kazanmak farz olmuş. Babasının peşi sıra Ankara’ya giderken, “hele bir gireyim” demiş. “İstemezsem çıkarım. Başarayım, sonra düşüneyim.”
Başarmış. Ankara’nın büklüm büklüm yollarına düşmüş okul vakti gelince.
Dedim ya, adının özünde varmış engin olmak. Devamlı yeni bilgi, devamlı yeni fikir, bin bir açılardan giriş ve gelişmelere imza, pratik ve teorik harmanlamaların en güzel örneklerine önderlik derken, enginde yavaş yavaş ama emin kulaçlarla ilerleyen kahramanımıza yeri dar gelmeye başlamış. Sorgulamaları başlamış.
Akademideyken dersleri sorgulamış, öğretme biçimini sorgulamış, ezber sistemi ve dayatmayla öğretilen bilgilerin tarihine takmış. Ders sonrasındaki özgür zamanlarında özgürce yapamadıkları ağır gelmeye başlamış. Bu sefer de onlara takmış. Belli miktar şekerle karıştırılan, tonu aynı çayın, farklı kimliklerin bardaklarındaki bu aynı duruşunu sorgulamış. Demlikte kaynayan çayın sesini, bir tutam daha fazla atmak istediği fazladan şekeri özlemiş hem de.
Akıllı, başarılıymış ama bir o kadar da muzırmış ha! Çeşit çeşit hınzırlıklar yapar ama kuralları ihlal etmeden işini görürmüş. Akademinin çatısına çıkacak bir yol bulmuş mesela. Millet uyku molasındayken, o, ranzasının yerine çatıda tüneyecek bir mekân yapmış kendine. Yaz güneşinin tadını almak istemiş. Denizsiz Ankara’da, o çatıda, gözleri kapalı, çocukluğunun kasabasında güneşlendiğini hayal etmiş yakalanıncaya kadar.
Derslerinde her ne kadar başarılı olsa, hocalarıyla iyi anlaşsa da, sevmediği dersler de varmış hocalar da. İngilizce örneğin.
İngilizce öğretmeninin, “senden bir hat olmaz bu derste” mealli cümlesi çok yaralamış onu. Öğretmene cevabını birkaç ay sonraki finallerde vermiş Engin. Tam not alarak. Ha bu iki ay içinde İngilizceyi yalayıp yutmuş mu? Yok. Ama irdeleyerek matematiğini çözmüş dilin. “Şundan sonra şu konulacak. Buna böyle başlayan cevaplar verilecek” mantığıyla sınavlarını tam on ikiden vurarak geçmeyi öğrenmiş. Sınavlar işin bürokratik kısmıymış. Engin, öğretmeninin kendini kıran sözüyle şahlanmaya, en yakın zamanda da İngilizceyi şakıyacağına söz vermiş.
Şans ayağına gelen cinslerden değilmiş o. Şansın oluşturulabileceği imkânların kapılarını bulabilme aklına sahipmiş. O zamanların Ankara’sındaki Amerikan Üssü’nü kestirmiş gözüne. O kapıya yol almış. Amerikalı bir arkadaş bulmuş sonunda. Artık, yeni arkadaşı sayesinde izin günlerini Amerikan Üssü’nde geçirmeye başlamış. Ve yavaş yavaş İngilizce cıvıltılar taşar olmuş dilinden.
İşte bu yıllarda başka bir hayale kapılmış. Şu Amerika denilen dünyaya gitme hayaline.
Akademiden mezun olup başladığı emniyette yine yerinde duramamış komiser olmuş.
Gel gör ki yine memnun değilmiş. Onun mantığına, onun yenilikçiliğine uymuyormuş o çatının altı. Ne yapacak? Yenilikten mi korkacak?
Korkar mı? Cık. İstifa etmiş. Üniversite sınavlarına girmiş. Akademideki öğretmenine inat yapar gibi, Hacettepe İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı kazanıvermiş. Güzel güzel okumaya başlamış. Ama enerjisi okumanın dışına da taşıyormuş. Ankara’daki uluslararası bir otelde iş bulmuş. Çalışkanlığı, fikirleri, yeni bakış açıları ve önerileri sayesinde bölümün müdürü olmuş. Bir yandan iş bir yandan okul hayatını ilerletmiş.
Filoloji’den de mezun olunca, başka bir şirketten teklif almış Engin. Amerikan şirketiymiş hem de. Her gittiği yerde olduğu gibi burada da büyük başarılar elde etmiş.
Genç adamın aile hormonları bu yıllarda devreye girmiş. Aile kurmaya hazır olduğunu fark ettirmiş biri o sıralar. Engin’in BURÇAK tarlasına düşmüş aklı da kalbi de. Onunla birleştirmiş hayatını.
Kader buymuş ya, hiç vazgeçmediği ama uzun bir süre rafa kaldırdığı okyanusun kenarına düşüvermiş birkaç yıl sonra Engin. Eşinin kardeşi evleneceğini müjdeliyormuş. Düğün diyormuş. Bu düğün de hali hazırda okuduğu Florida’da olacakmış. Eşinin ailesi ile birlikte Amerikalı gelinlerini istemeye gitmişler. İşte ne olduysa orada olmuş. Kayınpederi “damat gel biz de buraya yerleşelim” demiş. “Senin başaramayacağın iş olmaz. El ele verip yeni bir atılım yapalım mı?”
Hoooop. İşte Engin öyle bulmuş kendini hayalinin içinde.
Çok zaman geçmemiş kendilerini Florida’nın güzel bir şehrinde, güzel bir evde, mutlu ve huzurlu yaşarken bulmuşlar. Kristal hediyelik eşya işini yaratmışlar. Engin, engin fikirleriyle işin pazarına yenilikler getire getire artık oraların keşfine çıkmış.
Bu arada iki kişilik ailesi yeni bir katılımla CAN bulmuş yeniden. Birkaç yıl sonra ise, bir de dünya güzeli bir kız çocuğu MAYA’lamışlar. Tam tamam derken, kuvvetli bir rüzgâr olan BORA vurmuş huzurlu yuvalarının kristal camlarını.
İşte böyleymiş. Bir varmış bir yokmuş… Gözlerini Karadeniz’de, bir Gümenez hikâyesinde dünyaya açan Engin ÇOCUK, beyni kafatasına sığmayan GENÇ Engin, sevgisine sahip çıkan EŞ Engin, kristalin filmine yeni senaryolar yazan İŞ ADAMI Engin ve üç çocuğuna hem arkadaş hem yoldaş olan Engin BABA, yuvasını, kendi eliyle pişirdiği pide, pizza, simit ve mis gibi ekmek kokularıyla gerçek ev yapan, güler yüzü, samimiyeti ve etrafı tarafından çok sevilen Engin İNSAN’mış o. Evinin üç güzel cıvıltısı gecenin kollarındayken, istediği kadar şekeri koyabileceği demlikte pişmiş çayının eşliğinde, yıldız ve gezegenler atlasında dolanan, yıldızların dilini çözmeye çalışırken, kendi diline bir Karadeniz türküsü koyup uzaktaki sevdiklerine gönderen Engin ADAM da ayrıca…
Paylaş